Bir zamanlar, ufak bir kasaba vardı. Kasaba sakinleri, günlük hayatlarını sürdürür, çiftçilik yapar, birbirlerine destek olurlardı. Kasabanın huzuru, yeni bir liderin ortaya çıkışıyla bozulmaya başladı. Bu lider, kasabanın meydanında etkileyici konuşmalar yapar, basit ve coşkulu sözlerle kasabalıları etkilerdi. Onun konuşmaları, halkın kaygılarını ve korkularını yatıştırır, onlara umut ve güç verirdi.
Lider, basit ve net bir dil kullanarak, sorunların kökenini basit düşmanlarda buldu. Bu düşmanlar, kasabanın dışında yaşayan insanlardı; onların farklılığı, kasaba halkının sıkıntılarının nedeni olarak gösterildi. Lider, bu basit anlatılarla kasabanın aptal kesimini kendisine hayran bıraktı. Onlara, sorunların çözümünün ne kadar kolay olduğunu, sadece birlik olup, düşmanları yok etmeleri gerektiğini söyledi.
Zamanla, lider güçlendikçe, konuşmalarında akılcı sorgulamaları ve eleştirileri susturmaya başladı. Akıllı ve sorgulayan insanlar, liderin düşüncelerini sorguladıklarında, hain veya düşman olarak yaftalanarak dışlandılar. Lider, kasabanın en bilge insanlarını susturmanın yollarını buldu; onların fikirlerini dinlemek yerine, halkı onlara karşı kışkırttı.
Akıllı olanlar, bu durumun tehlikesini görse de, liderin çevresindeki hayran kitlesi o kadar büyüktü ki, artık seslerini duyurmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Eleştirel düşünce, yerini kör bir itaate bırakmıştı. Kasaba, artık sadece liderin söylediği şekilde düşünür, hareket eder hale gelmişti.
Böylece, kasabanın huzur ve refahı yerini korku ve baskıya bıraktı. Faşizm, bu küçük kasabada, aptalları hayran bırakıp akıllıları susturarak başladı. Russell’ın söylediği gibi, ilk önce en basit zihinleri büyüledi, ardından en zeki olanları susturdu. Ve sonunda, kasaba, liderin kuklası haline geldi; kendi özgürlüğünden, aklından ve ruhundan mahrum kaldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder