Jacques Lacan’ın “Bölünmüş Özne” ($ - Barred Subject) Kavramı: Dil, Kastrasyon ve Eksiklik
Jacques Lacan’ın psikanalitik teorisi, insan bilincinin ve benliğin (öznenin) nasıl oluştuğunu anlamak için dil, arzu ve bilinçdışı gibi kavramları merkeze alır. Alıntıda geçen “Bölünmüş Özne” ($), Lacan’ın teorisinin temel taşlarından biridir ve insanın kendisini nasıl algıladığına dair derin bir perspektif sunar. Bu yazıda, bölünmüş özne kavramını ayrıntılı ve anlaşılır bir şekilde açıklayacağım. Kavramı günlük örneklerle destekleyerek, dilin öznelliği nasıl şekillendirdiğini, kastrasyonun ne anlama geldiğini ve eksiklik hissinin insan deneyimindeki yerini ele alacağım.
1. Bölünmüş Özne Nedir? ($ - Barred Subject)
Lacan’ın “bölünmüş özne” kavramı, insanın bir bütün olmadığını, aksine kendi içinde bölünmüş, çelişkili ve eksik bir varlık olduğunu öne sürer. Matematiksel bir sembol olan “$” (S harfi üzerinde bir çizgi), bu bölünmeyi temsil eder. Özne, yani bireyin “ben” dediği şey, dilin ve toplumsal yapının içine doğduğu anda bölünür. Bu bölünme, insanın tamlık arzusuna rağmen asla tam olamayacağını gösterir.
Basit bir şekilde düşünelim: İnsan, doğduğunda “ben” diye bir kavramdan yoksundur. Bebek, kendisini anneyle bir bütün olarak algılar (Lacan buna “hayali bütünlük” der). Ancak dil öğrenmeye başladıkça, başkalarının (özellikle annenin) arzularıyla karşılaşır ve bu, bebekte bir “eksiklik” hissi yaratır. Özne, bu eksikliği kapatmak için ömrü boyunca arzu peşinde koşar, ama asla tam tatmin olmaz.
Örnek: Bir bebek, annesinin memesinden beslendiğinde kendini tam hisseder. Ama anne bir süre sonra gider (örneğin başka bir odaya). Bebek, bu ayrılıkla ilk kez “eksiklik” hisseder: “Anne nerede? Ben neyim?” Bu, öznenin bölünmesinin ilk adımıdır.
2. Dilin Rolü: Öznenin Bölünmesi
Lacan’a göre, özne dilin içine doğar ve dil, öznelliği şekillendirir. Dil, insan deneyimlerini anlamlandırmak için gerekli bir araçtır, ama aynı zamanda bireyi kısıtlar. Neden? Çünkü dil, bireyin deneyimlerini tam olarak ifade edemez; her zaman bir şey eksik kalır. Dil, Büyük Öteki’nin (Big Other) bir sistemidir – yani toplum, kültür, kurallar ve diğer insanların arzularının toplamı.
-
Dil ve Eksiklik: Bebek, dil öğrenmeye başladığında, kendi arzularını ve ihtiyaçlarını dil aracılığıyla ifade etmeye çalışır. Ama dil, bireyin içsel deneyimini tam olarak yakalayamaz. Örneğin, “acıktım” demek, açlığın gerçek deneyimini anlatmaz; sadece bir yaklaşımdır. Bu, öznede bir “bölünme” yaratır: Bilinçli özne (konuşan ben) ile bilinçdışı (konuşulamayan arzular) arasında bir uçurum oluşur.
-
Büyük Öteki (Big Other): Dil, sadece bireyin değil, aynı zamanda toplumun (anne, baba, kültür) arzularını taşır. Bebek, annenin ne istediğini anlamaya çalışır: “Annem benden ne bekliyor? Onun için ne olmalıyım?” Bu sorular, öznede bir çatlak yaratır; çünkü öznenin kendi arzusu, Öteki’nin arzusuyla çelişir.
Günlük Örnek: Diyelim ki bir çocuk, annesinin sevgisini kazanmak için “uslu” olmaya çalışır. Ama içten içe, özgürce oyun oynamak ister. Bu çelişki, çocuğun içinde bir bölünme yaratır: “Ben kimim? Annemin istediği çocuk mu, yoksa kendi istediğim mi?” İşte bu, bölünmüş öznedir.
3. Kastrasyon: Metaforik Kesilme ve Tamlığın Kaybı
Lacan, “kastrasyon” terimini Freud’dan alır, ama bunu metaforik bir anlamda kullanır. Psikanalizde kastrasyon, bireyin tamlık fantazisinin kaybıdır. Bebek, başlangıçta kendisini anneyle bir bütün olarak görür (Lacan’ın “ayna evresi”nde, bebek aynada kendi yansımasını bütün bir varlık olarak algılar). Ancak, dil ve toplumsal düzen (Büyük Öteki) devreye girince, bu bütünlük hissi parçalanır.
-
Kastrasyonun Anlamı: Lacan’da kastrasyon, “fallus”un kaybıdır. Fallus, fiziksel bir organ değil, güç, tamlık ve arzu nesnesinin sembolüdür. Bebek, annenin tüm arzularını karşılayabileceğini sanır (fallus onun için “her şey”dir). Ama baba (veya toplumsal düzen) devreye girer ve bu fantaziyi keser: “Sen annenin her şeyi olamazsın.” Bu, kastrasyondur – tamlığın kaybı.
-
Eksiklik Hissi: Kastrasyon, öznede kalıcı bir eksiklik hissi yaratır. Öznenin “$” olarak işaretlenmesi, bu eksikliği temsil eder: Özne, artık bir “bütünden” yoksundur ve bu eksiklik, arzusunun motorudur. Arzu, bu kayıp fallusu geri kazanma çabasıdır, ama bu imkansızdır.
Örnek: Bir yetişkin olarak, sürekli “daha iyi bir iş, daha iyi bir ilişki” peşinde koşarsınız. Bu, kastrasyonun sonucudur: Hiçbir şey sizi tam anlamıyla tatmin etmez, çünkü eksiklik öznenizin parçasıdır. Örneğin, yeni bir telefon aldığınızda bir süre mutlu olursunuz, ama sonra başka bir şey istersiniz. Bu, kastrasyonun günlük hayattaki yansımasıdır.
4. Öznenin Bölünmesi ve Arzu
Bölünmüş özne, arzuyla tanımlanır. Lacan’a göre, arzu her zaman “Öteki’nin arzusu”dur. Yani, özne kendi ne istediğini bilmez; Öteki’nin (anne, toplum, sevgili) ne istediğini anlamaya çalışır. Ama Öteki’nin arzusu da eksiktir, bu yüzden özne asla tam bir cevap bulamaz.
-
Arzu ve Eksiklik: Arzu, bir nesneyi (örneğin bir kişi, bir statü) elde etmekle ilgili değil; eksikliği sürdürmekle ilgilidir. Öznenin arzusu, “objet petit a” (küçük nesne a) denen bir nesne etrafında döner. Bu nesne, kayıp fallusun kalıntısıdır – asla tam olarak yakalanamayan bir şey. Örneğin, bir sevgilinin bakışı, bir şarkının melodisi veya bir anı, bu nesneye dönüşebilir.
-
Öznenin Solması (Fading): Öznenin bölünmesi, özellikle arzu anlarında belirginleşir. Öznenin “solması” (aphanisis), kişinin kendini Öteki’nin arzusu karşısında kaybetmesidir. Örneğin, aşık olduğunuzda, kendinizi karşınızdaki kişinin gözünden görmeye çalışırsınız ve kendi “ben”liğiniz silikleşir.
Günlük Örnek: Bir iş görüşmesinde patronun sizi beğenmesini istersiniz. Kendinizi onun gözünden değerlendirirsiniz: “Beni zeki buluyor mu? Yeterli miyim?” Bu süreçte, kendi özne kimliğiniz “solar” ve Öteki’nin arzusu sizi tanımlar.
5. Bölünmüş Öznenin Günlük Hayatta ve Psikanalizde Önemi
Lacan’ın bölünmüş özne kavramı, insan deneyiminin temel bir gerçeğini ortaya koyar: Hiçbirimiz “tam” değiliz. Eksiklik, insan olmanın parçasıdır ve bu eksiklik, arzularımızı, ilişkilerimizi ve hayat seçimlerimizi şekillendirir. Lacan, bunu bir “sorun” olarak değil, insan olmanın yaratıcı bir yönü olarak görür.
-
Psikanalizde: Geleneksel terapiler (örneğin ego psikolojisi), bireyin egosunu güçlendirerek eksikliği “doldurmayı” hedefler. Lacan ise, öznenin bu eksikliği kabul etmesini savunur. Psikanalizin amacı, bireyin arzusuyla yüzleşmesi ve “Arzundan vazgeçme!” ilkesine bağlı kalmasıdır. Bu, bireyin toplumsal normlara körü körüne uymak yerine kendi eksikliğini kucaklaması anlamına gelir.
-
Günlük Hayatta: Bölünmüş özne, modern yaşamın birçok alanında görünür. Reklamlar, sosyal medya ve tüketim kültürü, eksiklik hissimizi manipüle eder: “Bu ürünü alırsan tam olursun!” Ama Lacan’a göre, bu bir yanılsamadır; hiçbir nesne eksikliği kapatamaz. Örneğin, Instagram’da “mükemmel hayat” imajları, eksiklik hissimizi tetikler ve bizi daha fazla tüketmeye iter.
-
İlişkilerde: Aşk, bölünmüş öznenin en net göründüğü alandır. Birine aşık olduğunuzda, o kişiyi “eksikliğinizi tamamlayacak” biri olarak görürsünüz. Ama aslında, o kişi sadece arzunuzun nesnesidir (objet petit a); gerçekte sizi tamamlayamaz. Bu, ilişkilerdeki hayal kırıklıklarının temel nedenidir.
6. Sonuç: Eksiklikle Barışmak
Lacan’ın bölünmüş özne kavramı, insan olmanın trajik ama aynı zamanda özgürleştirici bir yönünü vurgular. Özne, dilin ve Öteki’nin arzusuyla bölünür; kastrasyon, bu bölünmenin metaforik adıdır. Eksiklik, öznenin özünde vardır ve arzu, bu eksikliği sürdüren bir motordur. Ancak Lacan, bu eksikliği bir “kusur” olarak görmez; aksine, bireyin yaratıcılığını ve özgürlüğünü buradan alır.
Pratik Öneri: Eksiklik hissettiğinizde (örneğin “Yeterince iyi değilim” dediğinizde), bunu bir başarısızlık olarak görmeyin. Bu his, insan olmanın doğal bir parçasıdır. Kendinize şu soruyu sorabilirsiniz: “Bu eksiklik hissi, aslında neyi arzuladığımı söylüyor?” Bu, arzularınızı anlamanın ve kendinizle barışmanın bir yolu olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder