İyi Bilinenin Bilinmezliği Üzerine: Bilginin Gölgesinde Saklı Yanılsama
Gündelik yaşantımızda, "herkesin bildiği" ya da "çok iyi bilinen" olarak nitelendirilen birçok bilgi, sorgulanmaksızın kabul edilir. Bu kabul ediş, ilk bakışta akılcı ve pratik görünse de, derinlemesine düşünüldüğünde ciddi bir bilişsel tuzak barındırır: Bir şeyin çok iyi biliniyor olması, onun gerçekten anlaşıldığı ya da bilinçli bir biçimde içselleştirildiği anlamına gelmez.
Bilginin işlenme süreci, yalnızca içeriğin edinilmesiyle sınırlı değildir; o içeriğin zihinde nasıl yer bulduğu, hangi ön kabullerle bağdaştırıldığı ve ne tür düşünme kalıpları içinde kullanıldığı da en az içeriğin kendisi kadar belirleyicidir. Burada devreye "bilinirliğin kör noktası" girer: İyi bilinen, artık sorgulanmayan hale gelir. Sorgulanmayan bilgi ise dogmatikleşir; kişi onu otomatik olarak doğru kabul eder ve bu da düşünsel ataleti doğurur.
Bu noktada, bireyin hem kendisini hem de çevresini yanıltmasının en yaygın yolu ortaya çıkar: Bir şeyi iyi bildiğini varsaymak. Bu varsayım, genellikle sezgisel düşünmeye yaslanır. Özellikle hızlı karar verilmesi gereken durumlarda ya da bilişsel yükün yoğun olduğu anlarda, insan zihni kısa yollar (heuristics) kullanma eğilimindedir. Bu kısa yollar, çoğu zaman geçmişteki deneyimlere ve öğrenilmiş kalıplara dayanır. Ancak bu tür sezgisel tepkiler, "yavaş düşünme"nin gerekli olduğu durumlarda yanılgıya açık hale gelir.
Psikolog Daniel Kahneman'ın "Hızlı ve Yavaş Düşünme" adlı çalışması bu ayrımı net bir şekilde ortaya koyar. Kahneman’a göre zihnimizde iki tür düşünme sistemi vardır: Sistem 1 (hızlı, sezgisel, otomatik) ve Sistem 2 (yavaş, analitik, çaba gerektiren). Toplumda yaygın olarak bilinen bilgiler genellikle Sistem 1 tarafından hızlıca işlenir. Ancak bu hızlı işleyişin en büyük riski, detayların gözden kaçırılması ve bağlamın görmezden gelinmesidir.
Bu bağlamda, bilginin kendisi kadar, o bilginin sorgulanma biçimi ve düşünsel işlenişi de önem kazanır. "Herkes bilir" denilen bir düşünceyi durup yeniden değerlendirmek, o bilginin içsel tutarlılığını, tarihsel bağlamını ve kullanım biçimini yeniden gözden geçirmek, sadece entelektüel bir egzersiz değil, aynı zamanda sahici bilgiye ulaşmanın da temel koşuludur.
Sonuç olarak, iyi bilinenin gerçekten bilinip bilinmediğini sorgulamak, hem bireysel farkındalık hem de toplumsal öğrenme açısından kritik bir adımdır. Bilgiyi sabit bir gerçeklik olarak değil, sürekli yenilenen bir süreç olarak görmek; hızlı sezgilerin ötesine geçip yavaş ve derin düşünmeye alan açmak; düşünsel özgürlüğün ve sahici bilgelik arayışının temelini oluşturur.
“İyi bilinen şey, tam da iyi bilindiği için, aslında bilinir değildir. Bilgi sürecinde kişinin kendisini ve başkalarını yanlış yönlendirmesinin en yaygın yöntemi, bir şeyin iyi bilindiğini farz edip o şekilde kabul etmektir”. Georg W.F. HEGEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder