Bir Öğretmenin İbretlik Hikâyesi
Bu, bir öğretmenin azmi, yaratıcılığı ve sistemin gerçekleriyle çarpışmasının hikâyesidir. Okuyun, hem gülecek hem düşüneceksiniz.
İnovasyon beklerken neden olmuyor diye düşünürken, yanıtlar satır aralarında gizli.
↘️↘️↘️
Yedi yaşındaydım. Babamın çiftliğinde traktörle tarla sürerken makineye, teknolojiye merak saldım. Bu merak, hayatımın yönünü çizdi. Öğretmen Okulu’nu bitirdim, aynı zamanda Çınarlı Meslek Lisesi’nin Radyo-Elektronik bölümünde gece eğitimine devam ettim. Okul müdürümüz Tevfik Elmas’ın desteğiyle, tarihte bir ilki gerçekleştirip Öğretmen Okulu’nda Radyo-Elektronik kolu kurdum. Bilgiyi hayata geçirmek, bir şeyler üretmek benim için tutkuydı.
On dokuz yaşımda, bir dağ köyüne öğretmen olarak tayin oldum. Heyecanlıydım; bilgilerimi köylülere faydaya dönüştürmek istiyordum. O yıllarda bir Grundig transistörlü radyo 900 liraydı, öğretmen maaşı ise sadece 450 lira. Yani bir radyo, iki aylık maaşımla alınabiliyordu; bugünün parasıyla yaklaşık 6 bin lira! Halk pahalı teknolojiye mahkûm edilmiş, adeta soyuluyordu.
İzmir Çankaya Caddesi’ndeki elektronik hurdacılarına gittim. Radyoyu ucuza mal etmenin yolunu buldum. Atılmış kondansatörler, radyonun kalbiydi; gerisi kolaydı. Hurdacıdan aldığım parçalarla bir radyo sadece 30 liraya mâl oluyordu. Köyün muhtarı İrfan, hem marangozdu hem de yardımseverdi. Bana muhtarlık binasında bir yer ve çalışma masası verdi. Hemen işe koyuldum. Radyo elemanlarını birleştirdim, en sona hoparlörü bağlamak kaldı. Muhtara, “Şu kablonun ucunu hoparlöre değdir,” dedim. Değdirir değdirmez Ankara Radyosu’ndan oyun havaları patladı!
Muhtar sevinçten deliye döndü, radyoyu kaptığı gibi köy meydanındaki kahveye koştu: “Öğretmenimiz radyoyu icat etti!” Köylüler kahveye doluştu, şaşkındılar. “Ulan, 900 liralık iş bu muymuş?” diyorlardı. Onlar “İcat etti!” dedikçe, ben “Başkası icat etti, ben sadece yaptım,” diye düzeltiyordum, ama nafile. İnsanların gözünde, imkânsızı başarmıştım.
Muhtara, sonra köylülere radyolar yapmaya başladım. Muhtar, radyolar için ahşap kutular yapıyor, hoparlör deliklerini açıyordu. Kondansatör düğmesiyle istasyon aranıyordu; skala olmasa da iş görüyordu. Kimseden para almıyordum, ama köylüler yumurta, peynir, ekmekle teşekkürlerini sunuyordu. Radyo, köyde mutluluk demekti. Bilginin paylaşılması, bir köyü nasıl dönüştürebilirdi, bunu görmüştüm.
Bir gün, Uzun Memet radyosunu ağaca asmış, tarlada çalışırken jandarma başçavuşu yakaladı. “Bu ne ulan?” diye sordu. Memet, “Radyo, başefendi. Öğretmenimiz icat etti,” dedi. Başçavuş, “Kaçak radyo ha? Tut zabıt!” diyerek olayı büyüttü. O yıllarda öğretmenlerin dokunulmazlığı vardı; karakola değil, Milli Eğitim Müdürü’ne ifade verirdik. Müdürümüz Ahmet Bey, kibar bir adamdı. “Gel bakalım,” dedi, beni kaymakama götürdü. Kaymakam, “İşte o muhteşem mucit!” diyerek suçumu yüzüme okudu: Vergisiz radyo yapmak ve izinsiz imalat! Radyo başına para cezası kesiliyor, izinsiz üretim ise casusluk gibi ağır bir suç sayılıyordu.
Savcılığa gitmek yerine, önce takdir ettiler, sonra sürgünle cezalandırdılar. Ödemiş’in Bozdağlar’ındaki Karakeçili köyüne gönderildim. Sistem, yenilikçiliği cezalandırmayı seçmişti. Soruşturma kapandı, ama memleketin geri kalmışlığı kapanmamıştı.
Bahar aylarında Bozdağlar’a vardım. Manzara İsviçre gibiydi, ama Karakeçili son duraktı; buradan öteye sürülecek yer yoktu. Köyü gezerken, alabalıkların oynaştığı dere kenarında üç terk edilmiş su değirmeni gördüm. Elektrikli değirmenler çıkınca bunlar unutulmuştu. Birinin suyu hâlâ akıyordu; kapağı açsan, suyun gücü insanı parçalardı. “Bu enerji boşa akıyor,” dedim. O yıllarda köylerde elektrik yoktu. Bu fırsatı değerlendirmeliydim.
İzmir Sanayi Bölgesi’nde Manisalı Ahmet Tütüncüoğlu’nu buldum. Derdimi anlattım. Sağ olsun, jeneratör için gerekli parçaları temin etti: alternatör, kolektör, kondüktör, kayış ve tribün kanatları için değirmen çarkı. Ahmet Bey, iyi kalpli bir adamdı; parçaları kendi cipiyle köye getirdi. Birkaç günde montajı tamamladım. Köy kahvesine, okula, camiye ve meydana kablolar çektim. Açılışı akşam karanlığına planladım. Köylüler merakla toplanmışken, su kapağını açtım. Ortalık gündüz gibi aydınlandı! Suyun gücü, neredeyse 15 köyü aydınlatacak elektriği üretiyordu. Köylüler sevinçten çıldırdı. “Sakın ‘Öğretmen icat etti’ demeyin, başıma iş açarsınız!” diye tembihledim. O gece devreyi kapatmadım; bedavaydı nasıl olsa. Efeler zeybek oynadı, kimi dua etti, kimi rakıyla karanlıktan kurtuluşu kutladı. Bilgi ve azim, bir köyü ışığa kavuşturmuştu.
Ama iki gün sonra jandarma köyü bastı. “Emir var, sökün bunları!” dediler. Çaresiz söktük. Kasabaya indim, “Sizin mevzuatınıza da, palavra eğitiminize de!” diyerek istifamı verdim.
Sistem, bir kez daha yenilikçiliği ezmişti. Denizlere açıldım; önce telsiz ve güverte zabitliği, sonra süper tanker süvariliği yaptım. Yıllar sonra memlekete döndüm.
Ne değişmişti? Hiçbir şey. Sığırlar hâlâ aynı yerde otluyordu.
Nedim Çakmak, Öğretmen
İnovasyon beklerken neden olmuyor diye düşünürken, yanıtlar satır aralarında gizli.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder