2024-02-28

Üstünlük Tutkunu Kral

Bir zamanlar, çok büyük ve zengin bir ülkenin kralı vardı. Bu kral, üstünlük tutkusuyla yanıp tutuşan, kendini beğenmiş ve kibirli bir adamdı.

Ülkesindeki herkesi kendisine boyun eğdirmek, başka ülkeleri fethetmek ve dünyanın en güçlü kralı olmak istiyordu.

Kralın bu tutkusu, aklını katılaştırdı ve onu ikiyüzlülere yakınlaştırdı.

Sarayında, kendisine övgüler yağdıran, yalancı gülücüler dağıtanların tutsağı ve dalkavukların oyuncağı oldu.

Sürekli bir başkasını kıskandı ve çekemedi. Bu yüzden insanlık sevgisini yitirdi. Halkını, adaletten ve gerçekten uzaklaştırdı.

Bir gün, kral, komşu bir ülkeye savaş açtı. Bu ülkenin kralı, alçakgönüllü, adaletli ve halkını seven bir kişiydi.

Ülkesinde barış ve refah hüküm sürüyordu. Barışçı kral, üstünlük tutkusu olan kralın saldırısına karşı koymak için ordusunu hazırladı. İki ordu, büyük bir savaş alanında karşı karşıya geldi.

Savaş başladı. Üstünlük tutkusu olan kral, ordusunu acımasızca savaşa sürdü. Rakip ordunun üstüne saldırdı. Yakınındaki  dalkavuklardan dolayı ordusunu olduğundan güçlü sanıyordu. Ancak, alçakgönüllü kralın ordusu, cesurca ve dayanışma içinde savunma yaptı. Üstünlük tutkusu olan kralın ordusu,  yenilgiye uğradı. 

Kendini üstün sanan kral, şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde kaçmak zorunda kaldı. Canını zor kurtardı. 

Üstünlük tutkusu olan kral, ülkesine döndüğünde, sarayında hiç kimseyi bulamadı. Yalancı gülücüler ve dalkavuklar, onu terk etmişti. Halkı, ona isyan etmişti. Kral, tahtını, gücünü ve tüm servetini kaybetti. 

Yalnız ve perişan bir halde, hayatının geri kalanını pişmanlık içinde geçirdi.

Alçakgönüllü kral ise, ülkesindeki barış ve refahı korudu. Halkı, ona sevgi ve saygı duydu. Kral, üstün ve yüksek yetenekli durumda olmasına rağmen, konumunu, gücünü ve etkisini, insancı töreye ve tüzeye uygun işlerde kullandı. 

Adaletin ve gerçeğin yayılmasına, insanların iyiliğine ve insanlığın yükselmesine katkıda bulundu. 

İnsanı birey olarak mutlu eden ün ve onuru, ancak insanlığa yararlı görevleri yerine getirmekle kazandı. 

İnsanların toplu mutluluğunu sağlayacak işler yapan alçakgönüllü büyük kral, toplum içinde çok saygın bir yere geldi. Dünyanın en güçlü kralı oydu.

2024-02-27

Luna ve Sol

Bir zamanlar, çok uzak bir galakside, iki gezegen vardı. Birinin adı Luna diğeri ise Sol idi. 

Luna, evrenin en güzel gezegeniydi. Üzerinde binbir renkli çiçek, tatlı meyve, şarkı söyleyen kuşlar ve mutlu insanlar vardı. Luna'nın insanları, evrenin temelinde zihin olduğunu ve her şeyin bir bütün olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden, doğayla uyum içinde yaşıyor, sevgi ve saygı dolu bir hayat sürüyorlardı.

Sol ise, evrenin en korkunç gezegeniydi. Üzerinde siyah kayalar, zehirli dikenler, kükreyen canavarlar ve acımasız insanlar vardı. Sol'un insanları, evrenin temelinde madde olduğunu ve her şeyin ayrı olduğunu sanıyorlardı. Bu yüzden, doğayla savaş içinde yaşıyor, nefret ve korku dolu bir hayat sürüyorlardı.

Luna ve Sol, birbirlerinin tam zıttıydı. Ama aynı zamanda, birbirlerinin aynısıydı. Çünkü, yukarıda olan, aşağıda da bulunur; ve aşağıdaki, yukarıda da yansıtılır. Luna ve Sol, evrenin kutuplarıydı. Zıtlar aynıdır. Her şey, zıttıyla aynıdır; farkları sadece titreşim ve derecelerindedir. 

Luna'nın titreşimi yüksekti, Sol'un titreşimi düşüktü. Titreşim arttıkça, evren içindeki konumu da yükselir. Luna, evrenin merkezine yakındı, Sol ise evrenin kenarına uzaktı.

Luna ve Sol, birbirlerinden habersiz, yüzyıllarca kendi halinde yaşadılar. Ama bir gün, evrende bir değişim oldu. Evrenin ritmi, Luna ve Sol'u birbirine yaklaştırmaya başladı. Her şey dalgalanır; başlangıç ve son bulur, yükselir ve alçalır. Kutuplar arasında salınım, bir sarkaç gibi devam eder. Luna ve Sol, birbirlerine doğru hareket ettikçe, birbirlerini görmeye başladılar. Luna, Sol'un karanlığını; Sol ise Luna'nın ışığını fark etti. Bu, onların hayatlarında ilk defa gördükleri bir şeydi.

Luna, Sol'un karanlığına merak duydu. Sol'un acı çektiğini, yalnız olduğunu, yardıma ihtiyacı olduğunu hissetti. Luna, Sol'a yardım etmek, onu mutlu etmek, onunla arkadaş olmak istedi. Luna, Sol'a doğru uçmaya başladı.

Sol ise, Luna'nın ışığına nefret duydu. Luna'nın mutlu olduğunu, güzel olduğunu, her şeye sahip olduğunu gördü. Sol, Luna'yı kıskandı, onu yok etmek, onu ele geçirmek, onunla savaşmak istedi. Sol, Luna'ya doğru saldırmaya başladı.

Luna ve Sol, birbirlerine yaklaştıkça, aralarında bir çatışma başladı. Luna, Sol'u sevmeye çalıştı; Sol ise Luna'yı yıkmaya çalıştı. Luna, Sol'a ışık verdi; Sol ise Luna'yı kararttı. Luna, Sol'a çiçek sundu; Sol ise Luna'ya diken attı. Luna, Sol'a şarkı söyledi; Sol ise Luna'ya küfür etti. Luna, Sol'a sarılmak istedi; Sol ise Luna'yı ısırmak istedi.

Luna ve Sol'un arasındaki çatışma, evreni sarsmaya başladı. Evrenin dengesi bozuldu, yıldızlar düştü, gezegenler çarpıştı, kuyruklu yıldızlar patladı. Evrenin her köşesinde, bir sebep bir sonuca, her sonuç bir sebeple ilişkiliydi; tesadüf yoktu. Luna ve Sol'un çatışması, evrenin sonunu getirebilirdi.

Evrenin merkezinde, evrenin yaratıcısı olan Büyük Zihin vardı. Büyük Zihin, Luna ve Sol'un çatışmasını gördü. Büyük Zihin, Luna ve Sol'u seviyordu. Çünkü, Luna ve Sol, Büyük Zihin'in parçalarıydı. Büyük Zihin, Luna ve Sol'u durdurmak, onları barıştırmak, onları birleştirmek istedi. Büyük Zihin, Luna ve Sol'a seslendi.

- Luna ve Sol, benim sesimi duyun. Siz, benim çocuklarımsınız. Siz, benim yarattıklarımsınız. Siz, benim parçalarımsınız. Siz, birbirinizin kardeşisiniz. Siz, birbirinizin eşisiniz. Siz, birbirinizin tamamlayıcısısınız. Siz, birbirinize ihtiyacınız olanlarsınız. Siz, birbirinizi sevmelisiniz. Siz, birbirinizle uyum içinde olmalısınız. Siz, birbirinizle bütün olmalısınız.

Luna ve Sol, Büyük Zihin'in sesini duydular. Luna ve Sol, Büyük Zihin'in sözlerini anladılar. Luna ve Sol, Büyük Zihin'in isteğini yerine getirdiler. Luna ve Sol, birbirlerine doğru uçtular. Luna ve Sol, birbirlerine dokundular. Luna ve Sol, birbirlerine sarıldılar. Luna ve Sol, birbirlerine baktılar. Luna ve Sol, birbirlerine gülümsediler. Luna ve Sol, birbirlerine aşık oldular. Sevgi duydular.

Luna ve Sol, birbirleriyle birleştiler. Luna ve Sol, birbirlerinin eksikliklerini tamamladılar. Luna ve Sol, birbirlerinin zıtlıklarını dengelediler. Luna ve Sol, birbirlerinin titreşimlerini yükselttiler. Luna ve Sol, birbirlerinin ışığını arttırdılar. Luna ve Sol, birbirlerinin güzelliğini çoğalttılar. Luna ve Sol, birbirlerinin mutluluğunu paylaştılar.

Luna ve Sol, birbirleriyle bütün oldular. Luna ve Sol, yeni bir gezegen yarattılar. Luna ve Sol, yeni bir hayat başlattılar. Luna ve Sol, yeni bir isim aldılar. Luna ve Sol, Lusol oldular.

Lusol, evrenin en güzel gezegeni oldu. Üzerinde hem Luna'nın çiçekleri, hem Sol'un kayaları vardı. Hem Luna'nın kuşları, hem Sol'un canavarları vardı. Hem Luna'nın insanları, hem Sol'un insanları vardı. Lusol'un insanları, evrenin temelinde zihin olduğunu ve her şeyin bir bütün olduğunu biliyorlardı. Bu yüzden, doğayla uyum içinde yaşıyor, sevgi ve saygı dolu bir hayat sürüyorlardı.

Lusol, evrenin merkezine yaklaştı. Lusol, Büyük Zihin'e yakın oldu. Lusol, Büyük Zihin'in sevgisini hissetti. Lusol, Büyük Zihin'e teşekkür etti. Lusol, Büyük Zihin'e şükretti. Lusol, Büyük Zihin'e ait oldu.

Büyük Zihin, Lusol'u sevdi. Büyük Zihin, Lusol'u.

Biricik ve Yalnız Kız

Bir zamanlar, uzak bir köyde, herkesin birbirine sıkı sıkıya bağlı olduğu, ancak genç bir kızın kendini farklı hissettiği bir topluluk vardı.

Kızın adı Biricik'ti ve bazı yönleri o, köyün diğer sakinlerinden farklıydı.

Biricik'in saçları muhteşem gümüşi bir renge sahipti ve gözleri, gece gökyüzündeki yıldızlar gibi ışıl ışıl parlıyordu. Biricik oldukça zekiydi. Biricik'in diğer insanlarla çok sayıda ortak yönü de vardı. Ama nedense hep farklı olan yönlerini düşünüyordu.

Biricik, diğer insanlarla etkileşim kurmaya çalıştıkça, kendini giderek daha fazla yalnız hissediyordu.

Sanki köydeki herkes onun farklı olduğunu düşünüyormuş gibi hissediyordu ve sonra da iyice bu hissine inanmaya başlamıştı. Ne kadar çabalasa da, diğerleri tarafından kabul gördüğüne inanamıyordu.

Bir gün, köyün dışında yaşayan bilge bir kadınla karşılaştı. Kadın, Biricik'in yalnızlığını ve çaresizliğini hissetti ve ona şu öğütleri verdi:

"Sevgili Biricik, farklı olmak bir lütuf da olabilir,  kabus da. Senin gümüşi saçların ve parlayan gözlerin, seni özel kılan şeylerdir. Aynı zamanda diğer insanlar ile pek çok ortak yönün var.  Ortak yönlerin ve farklılıklarınla kendini kabul etmeyi öğren ve başkalarının seni nasıl gördüğüne değil, kendi içindeki ışığa odaklan."

Bilge kadının sözleri Biricik'in kalbine işledi ve o, kendini, insanlar ile ortak yönlerini ve farklılıklarını kabullenmeye başladı. Başkalarının her yönden onayını aramaktan vazgeçti ve kendi benliğini kutlamaya başladı.

Böylece Biricik, köydeki insanlarla iletişim kurmaya devam etti, ancak artık onların onayını beklemeksizin, kendi değerini bilerek yaptı.

Zamanla, köylüler Biricik'in içindeki ışığı, kendileri ile olan ortak yönlerini ve onu özel yapan özellikleri görmeye başladılar ve onun gibi  değerli ve özel bireylerin, topluluklarına katkıda bulunan benzersiz kişiler olduğunu anladılar.

Biricik, köyde herkesin kendisini sevdiğini ve saydığını hissetmeye başladı ve onun hikayesi, farklı olmanın güzelliğini ve farklı olmaktan ötürü yaşanan hayal kırıklığının üstesinden gelmenin yollarını anlatan bir masala dönüştü.

Biricik'in hikayesi, farklılıklarımızın bizi zayıflatmadığını, aksine bizi daha güçlü ve özel kıldığını hatırlatıyor.

Biricik'in  masalı, yalnızlığın üstesinden gelmek için içsel gücümüzü ve kendimizi kabullenmemizin önceliğini vurguluyor.

2024-02-25

Gezgin ve Gizem Kapıları

Bir zamanlar, rüyaların ve gerçekliğin sınırlarının iç içe geçtiği bir dünyada yaşayan bir gezgin vardı. Gezginin adı bilinmezdi, çünkü kimse onun gerçek adını sormamıştı.

Sadece "Gezgin" derlerdi ona. Gece boyunca gözleri kapalı, ruhu uçsuz bucaksız bir vadide dolaşırken, bir gece tuhaf bir rüya gördü.

Rüyasında, karanlık bir ormanın içinde yürüyordu. Ay ışığı yaprakların arasından süzülüyordu ve yolu aydınlatıyordu.

Derin bir vadiden geçti ve bir tepeye tırmandı. Orada, yer altına oyulmuş mağara içinde devasa bir mabet gördü.

Mabet kat kattı, kapıları sütunlu ve kemerliydi ve her biri farklı bir isim taşıyordu.

İlk kapıya yaklaştığında, üzerinde "Tunç Kapı - Egemenlik" yazıyordu. Gezgin kapıyı açtı ve içeri girdi. İçeride, görkemli Tunç bir tahtın üzerinde oturan bir kral vardı. Kral, Gezgin'e güç ve egemenlik vaat etti. Gezgin, bu güçlü duyguyu içinde hissetti ve bir sonraki kata geçti.

İkinci kapı "Temel" olarak işaretlenmişti. Gezgin bu kapıyı da açtı ve içeri girdi. Burada, sağlam bir köprü üzerinde yürüyordu. Temel ihtiyaçlarını anladı: yiyecek, su, barınak. Bu kat, hayatta kalmanın temelini temsil ediyordu.

Üçüncü kapı "Şanlılık" yazıyordu. Gezgin içeri girdiğinde, altın ve mücevherlerle dolu bir oda ile karşılaştı. Burada, şan ve zenginlik vardı. Gezgin, bu şatafatın gerçek mutluluğu getirmediğini anladı. Hırsalarına yenilmeden sadece ihtiyacı kadarını aldı ve bir sonraki kata geçti.

Dördüncü kapı "Güzellik" olarak işaretlenmişti. Gezgin içeri girdiğinde, muhteşem bir bahçeyle karşılaştı. Çiçeklerin kokusu ve kuşların şarkıları onu büyüledi. Güzellik, iç dünyanın da bir yansımasıydı. Güzellik iyi insan ilişkileri idi.

Beşinci kapı "Kuvvet" yazıyordu. Gezgin içeri girdiğinde, bir arenada buldu kendini. Güçlü savaşçılar arasında dövüşler yapılıyordu. Kuvvet, hem fiziksel hem de içsel bir güçtü.

Altıncı kapı "Şefkat" olarak işaretlenmişti. Gezgin içeri girdiğinde, bir hastane odasında yatar buldu kendini. Doktorlar ve hemşireler, ona ve hasta diğer insanlara sevgi ve şefkatle bakıyorlardı. Şefkat, insanlığın en değerli hazinesiydi.

Yedinci kapı "Zeka" yazıyordu. Gezgin içeri girdiğinde, bir kütüphaneyle karşılaştı. Kitaplar, bilgi ve bilgelikle doluydu. Zeka, insanın düşünme yeteneğini temsil ediyordu.

Sekizinci kapı "Akıl" olarak işaretlenmişti. Gezgin içeri girdiğinde, bir meditasyon odasıyla karşılaştı. Burada sessizlik ve iç huzur vardı. Akıl, içinde ve dışında dengeyi bulmaktı.

Dokuzuncu kapı "Taç" yazıyordu. Gezgin içeri girdiğinde, bir tahtın üzerinde oturuyordu. Taç, içsel krallığın tahtıydı. Gezgin kendinin kralı idi.

Sonunda, Gezgin nihai kapıya ulaştı: "Sonsuzluk".

Bu kapıdan geçti ve sonsuzluğa ulaştı.

Uyanınca düşündü. Acaba bu rüya ne anlama geliyordu?

Kendini Başkalarının Onayında Arayan Melek

Bir zamanlar, uzak bir köyde yaşayan Melek adında genç bir kız vardı.

Melek, diğer insanların ne düşündüğüne fazlasıyla önem verirdi. Sosyal durumlar onun için rahatsız edici ve endişe vericiydi. İnsanları memnun etmek, Elif'in göbek adı gibiydi. O kadar ki, bu artık onun için bir kabus haline gelmişti.

Meleğin ebeveynleri de aynı şekilde düşünürdü. Onlar da başkalarının düşüncelerine ve onayına fazlaca önem verirlerdi.

Meleğin hobilerini, ilgi alanlarını ve hatta kariyerini başkalarının beğenisine göre sınırlar ve seçerlerdi. Melek anne ve babasının onayını almak için çok çabalardı. Anne, babası memnun kaldıklarında, Meleğe ilgi ve şefkat gösterirlerdi.

Ancak bu durum, Meleğin kendi fikirlerini ve dünya görüşünü geliştiremesine engel olmuştu.

Melek bir gün ormanda dolaşırken iyi görünümlü bir kadınla karşılaştı. Kadın, kır saçları ve hafif kırışıklıklarıyla orta yaşın biraz üstünde görünüyordu. Melek, kadının gözlerinin içine baktığında sevecenlik ve derin bir bilgelik gördü.

Biraz sohbetten sonra Kadın, Elif'e yaklaştı ve şöyle dedi:

"Sevgili Melek, başkalarının onayını aramak, seni kendin olmak ve gerçek kimliğini bulmaktan uzaklaştırıyor. Kendi ihtiyaçlarını ve duygularını göz ardı edersen; başkalarının seni sevmesi için harcadığın zaman ve enerji, senin gerçek benliğini bulmanı geciktirir. "

Melek, kadının sözlerini düşündü. "Ama başkalarının beni sevmemesi korkunç olmaz mı?" diye sordu.

Kadın gülümsedi. "Melek, senin gerçek kimliğin, gerçek bir Melektir. Melek olmak başkalarının düşüncelerine bağlı değildir. Onaylanma ihtiyacını azaltmak için öncelikle kendine ve Melek olduğuna inanmalısın.  Başkalarının onayının avantajları ve dezavantajları vardır. İstediği zaman onaylar,  istediği zaman onaylamaz. Onaylanma arzusu, seni büyütebilir veya küçültebilir. Ancak unutma ki, herkes herkesi sevmek ve onaylamak zorunda değil. Özdeğerini bulup, kendini sevdiğinde, onların da sevgisini ve saygısını kazanırsın. Senin için önemli olan, kendi içinde barışı ve huzuru bulmaktır."

Melek, kadının sözlerini kalbine sağlamca yerleştirdi. Artık başkalarının onayını aramak yerine, kendi içindeki Meleği bulmaya karar verdi. O günden sonra, başkalarının ne düşündüğü konusunda daha az endişe etmeye başladı. Onun gerçek kimliği, başkalarının onayından bağımsızdı ve Melek olmak onun en büyük hazineydi.

Ve böylece Melek, kendi ayakları üzerinde duran, içindeki gücü keşfeden bir genç kadın olarak yeni bir yaşama başladı.

Artık yalnızlık, düşük benlik saygısı ve boşluk duygularıyla mücadele etmiyordu.

Reddedilmek onun için bir kabus değildi.

Melek, kendi içindeki gücü bulduğunda, gerçek sevgi ve kabulü de bulmuştu. Kimse bu sevgiyi ondan alamazdı.

Ve bu, Melegin masalıydı. Başkalarının onayını aramak yerine, kendi içindeki gücü bulan genç bir kızın hikayesi.

Duygusuz Ülke

Bir zamanlar, Duygusuz adında bir ülke varmış. Bu ülkede insanlar, görünmez bir boşluk taşırlarmış. Fiziksel ihtiyaçları karşılanmış olsa da, içlerinde bir boşluk hissi varmış.

Kimse onların duygusal ihtiyaçlarına aldırış etmezmiş.

Bir gün, bu Duygusuz ülkede yaşayan küçük bir çocuk olan Elif, bu boşluğun ne olduğunu merak etmeye başlamış.

Diğer insanlar gibi o da görünmez bir boşluk taşıyormuş. Oyuncakları varmış, karnı tokmuş, ama içinde bir eksiklik varmış.

Kendini kimseye duygusal olarak yakın hissetmediği için yalnız hissediyormuş.

Elif, bu boşluğun ne olduğunu anlamak için büyük bir maceraya atılmış. Dağları aşmış, nehirleri geçmiş ve ormanın derinliklerine girmiş. Bir gün, eski bir bilgeyle karşılaşmış. Bilge, Elif'e şunları söylemiş:

"Sevgili Elif, bu boşluk, duygusal ihtiyaçlarının karşılanmamasından kaynaklanıyor.

İnsan bazen aç olmasa da duygusal olarak aç kalır. Duygusal açlık yüzden içinde bir boşluk hissederler."

Elif, bilgenin sözlerini düşündü. "Peki, bu boşluğu nasıl hafifletebilirim?" diye sordu.

Bilge gülümsedi. "Öncelikle, arkadaşlarını şefkatli insanları seçmelisin. Onlar, duygusal ihtiyaçlarını anlayan ve karşılayan kişilerdir. Mesafeli ve soğuk insanlardan uzak durmalısın. İlişkilerindeki yoksunlukları, açlığı gözlemlemeli ve ihtiyaçlarını ifade etmelisin."

Elif, bilgenin önerilerini not aldı.

Elif, geçmiş arkadaşlarını düşündü ve tekrar eden olayları fark etti.

Soğuk arkadaşlardan kaçınmaya karar verdi.

Duygusal ihtiyacını çevresindekilere daha fazla ifade etmeye başladı.

Kızgınlığını kontrol etti ve arkadaşlarını suçlamayı bıraktı.

İnciten insanlarla başa çıkmak için sağlıklı yollar aramaya başladı.

Ve böylece, Elif, Duygusuz ülkesindeki boşluğunu hafifletti.

Artık görünmez değildi ve önemsiz hissetmiyordu. İçindeki boşluk hissi doldu ve Elif, sevgi ve anlayış dolu bir hayat yaşamaya başladı. 🌟

2024-02-24

Zirvede yalnızlık

Zirvede Yalnızlık

Bir zamanlar, yüksek dağların doruklarına tırmanan bir gezgin yaşardı. Adı Bilgeydi ve gökyüzüne yakın olmanın tadını çıkarırdı. Zirvede yalnızlık onun için bir hazine gibiydi. Rüzgarın serinliği, karın beyazlığı ve sessizliğin büyüsü, Bilge'nin kalbini doldururdu.

Bir gün, Bilge yine zirveye tırmandı. Gözleri mavi gökyüzüne baktı, etrafındaki uçsuz bucaksız manzarayı seyretti. "Zirvede yalnızlık," dedi kendi kendine, "umurumda değil."

Ancak bir şey eksikti. Bilge, içinde bir boşluk hissetti. Zirvede yalnızlık olabilir, ama diplerde başka bir yalnızlık vardı. O, insanların yaşadığı yerlerden uzakta, yükseklerde, yıldızların arasında bir yabancıydı.

Bir gün, Bilge dağın eteklerine indi. Orada köyler vardı, insanlar vardı. İnsanlar bir aradaydı, ama yine de yalnızdılar. Kalabalıkların içinde bile yalnızlık hissediyorlardı. Bilge, bu yalnızlığı anladı. Zirvede yalnızlık kadar derin ve karanlıktı.

Bir gece, köyün meydanında ateş yakıldı. İnsanlar dans etti, şarkı söyledi. Bilge de oradaydı. Gözleri ateşin alevlerinde parladı. "Zirvede yalnızlık olmak umurumda değil," dedi, "ama diplerde başka bir yalnızlık var."

Bir yaşlı kadın Bilge'nin yanına geldi. Gözleri hüzünlüydü. "Evet," dedi, "zirvede yalnızlık güzel, ama diplerde insanlar var. Onların yalnızlığı daha derin. Onların yürekleri kırık."

Bilge, yaşlı kadının elini tuttu. "Belki de yalnızlıkla başa çıkmak için birlik olmalıyız," dedi. "Zirvede yalnızlıkla, diplerdeki yalnızlıkla."

Ve o günden sonra, Bilge hem zirvede hem de diplerde insanlarla birlik içinde yaşadı. Yalnızlık artık onun için bir hazine değildi. İnsanlarla paylaştığı anılar, onun en değerli hazinesiydi. Bilge, hayatını paylaşarak hayatı hafifletti. Yalnızlık ve birliktelik arasında denge önemliydi. 

Şimdi

Bir zamanlar, Şimdi adında bir köy varmış. Bu köy, büyülü bir ormanın kenarında kurulmuştu. Ormanın içinde gizemli yaratıklar, büyülü bitkiler ve sihirli taşlar yaşardı. Köy halkı, bu ormanın sırlarını korumak için dikkatli davranırdı.

Şimdi, Şimdi köyünün en yaşlı kadını olan Nene Ayşe, gençlere sık sık şöyle derdi: "Çocuklar, hayatın en değerli hazinesi şu andır. Geçmişte yaşadıklarımızı hatırlayarak, geleceği düşünerek anı kaçırıyoruz. Oysa şimdide yaşamalıyız."

Bir gün, köyün gençlerinden Ali ormana gitmeye karar verdi. Ormanda dolaşırken, bir ağacın altında oturan yaşlı bir kadın gördü. Kadının gözleri parlıyordu ve elinde bir sihirli taş vardı.

Ali merakla yaklaştı ve sordu: "Nene, bu taş ne işe yarıyor?"

Yaşlı kadın gülümsedi ve şöyle dedi: "Bu taş, şimdi anını hatırlatır. Ona dokunduğunda, geçmişi ve geleceği unutup sadece şimdiyi yaşarsın."

Ali taşı eline aldı ve bir an için gözlerini kapattı. Birden etrafındaki ormanın kokusu, kuşların şarkıları ve rüzgarın hafif esintisi daha net hissetti. Aniden, geçmişteki üzüntüler ve gelecekteki endişeler zihninden silindi. Sadece şimdi vardı.

Ali, Nene Ayşe'ye teşekkür etti ve köye döndü. Artık her gün ormana gidip taşı eline alıyor, şimdiyi yaşamaya çalışıyordu. Geçmişteki hataları düşünmekten vazgeçti, geleceği planlamaktan uzak durdu. Her anı içtenlikle yaşadı ve hayatı daha dolu dolu hissetti.

Ve böylece, Şimdi köyü halkı, Nene Ayşe'nin öğretisiyle mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdü. Çünkü onlar da biliyordu ki, hayatın en değerli hazinesi şu andır. 🌟

Küçük Zaferler

Bir zamanlar, Küçük Zaferler Vadisi adında büyülü bir yer varmış. Bu vadi, insanların hayatlarını daha iyi bir hale getirmek için çaba gösterdikleri bir yerdi. Her gün, vadide yaşayan insanlar, küçük zaferler kazanmak için uğraşırlarmış.

Bir gün, İlerlemek adında genç bir kız bu vadiye gelmiş. İlerlemek, hayatında birçok zorlukla karşılaşmış, ama pes etmemişti. O, her gün bir adım daha ileri gitmek istiyordu. Küçük Zaferler Vadisi'nde, bu isteği gerçekleştirebileceğini düşünmüştü.

İlerlemek, vadide dolaşırken birçok ilginç kişiyle tanıştı. Motivasyon Perisi, ona her gün bir hedef belirlemesini ve ona ulaşmak için çaba göstermesini söyledi. Azim Ormanı'nda dolaşırken, ağaçlar ona dayanıklılık ve sabır hakkında bilgi verdi. Başarı Nehri'nde yüzerken, suyun akışı ona sürekli ilerlemenin önemini anlattı.

Bir gün, İlerlemek, Küçük Zaferler Taşı adında bir şey buldu. Bu taş, her gün bir küçük zafer kazandığında parlıyordu. İlerlemek, taşı yanına aldı ve her gün bir hedef belirledi. Bir gün kitap okumak, bir gün yeni bir dil öğrenmek, bir gün sağlıklı bir öğün yemek gibi küçük hedeflerle ilerledi.

Ve her gün, taş biraz daha parladı. İlerlemek, kendini daha iyi hissetti. Küçük zaferler ona güç veriyordu. Artık her gün bir şey yapmak için sabırsızlanıyordu. İlerlemek, Küçük Zaferler Vadisi'nde en mutlu günlerini yaşadı.

Sonunda, İlerlemek, vadiden ayrıldı. Ama Küçük Zaferler Taşı'nı yanına aldı. Artık hayatında her gün bir küçük zafer kazanmak için çaba gösteriyordu. Ve o taş, her gün biraz daha parlıyordu.

İşte Küçük Zaferler Vadisi'nin büyülü hikayesi böyleydi. İlerlemek, her gün bir adım daha ileri gitmek için çaba gösterdi. Ve Küçük Zaferler Taşı, ona güç verdi. Belki de hepimizin Küçük Zaferlere ihtiyacı vardır. 🌟

2024-02-23

Eda ve Tay

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, insanlar ve hayvanlar arasında sıkı bir bağ vardı. 

Ancak, insanlar arasında bir efsane dolaşıyordu: Bilinçaltının derinliklerinde bir tay yatıyordu ve bu tay, aydınlık bilinçten daha büyük ve güçlüydü.

İnsanlar, bu vahşi tayın gücünü keşfetmeyi ve onunla barış içinde yaşamayı öğrenmeyi arzuluyorlardı.

Bir gün, genç bir kız olan Eda, korkmadan bilinçaltının derinliklerine inmeye karar verdi. Yola çıktığında, onu macerasında birçok zorluk bekliyordu. Ancak, kararlılıkla ilerledi ve sonunda vahşi tayı buldu.

Tay, ilk başta korkutucu görünse de, Eda onunla iletişim kurmayı başardı. Anladı ki, vahşi tay, tüm insanların içindeki itici gücü temsil ediyordu.

Onunla dostça bir ilişki kurduğunda, bilinçaltının derinliklerindeki karanlığa  hükmetmesi bile mümkündü.

Eda, vahşi tayın rehberliğinde, bilinçaltının gizemli dünyasını keşfetti. Korkularıyla yüzleşti, güçlü yanlarını keşfetti ve kendisiyle barışık bir şekilde yaşamayı öğrendi. Geri döndüğünde, insanlar onun değişimini fark ettiler ve onun hikayesinden ilham aldılar.

Ve böylece, Eda'nın cesareti ve vahşi tayın rehberliğiyle, bilinç ve bilinçaltları arasında bir köprü ve uyum sağlandı. 

Artık herkes, karanlık bilinçaltını kucaklayarak ve onunla barışık bir şekilde yaşayarak, daha güçlü ve bilge bir şekilde hayatını sürdürebiliyordu.

Engelleri Aşan Prens

Engelleri Aşan Prens

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, engellerle dolu bir yol üzerinde yaşayan genç bir prens vardı. Prens, her gün bu yolda yürür ve karşısına çıkan engelleri aşmanın yollarını arardı. Çünkü o biliyordu ki, engeller yolu kapatmaz, engeller yolun kendisidir.

Bir gün, prens büyük bir kapıya geldi. Kapının üzerinde altın harflerle şöyle yazıyordu: "Engelleri aş, kilidi aç." Prens, bu sözleri okudu ve derin bir nefes aldı. Önünde yükselen duvarı aşmak için tırmanmaya başladı. Zorlu tırmanışın sonunda, duvarın diğer tarafında gizemli bir anahtar buldu.

Prens, anahtarı alıp kapıya doğru yürüdü ve anahtarı kilide soktu. Kilidin açılmasıyla birlikte kapı yavaşça açıldı ve prens, hayatının en büyük sırrını keşfetti. Engelleri aşarak, sadece kapıyı değil, kalbinin kilidini de açmıştı. Artık özgürdü ve engeller onun için birer fırsata dönüşmüştü.

Ve böylece, prens engellerle dolu yolda yürümeye devam etti, ama artık onları birer engel olarak değil, hayatının bir parçası ve başarısının anahtarı olarak görüyordu.

2024-02-22

Ela ve Kurt

Bir zamanlar, derin ormanların kuytusunda, anlamaya ve özümsemeye çalışan bir topluluk yaşarmış. Bu topluluğun üyeleri, yaşamın sırlarını çözmek ve evrenin derinliklerindeki bilgelikleri keşfetmek için bir araya gelmişti. Ancak, yolları uzun ve zorlu bir yolculuğa dönüşmüştü.

Bir gün, bu topluluğun en genç üyesi olan Ela, ormana yeni bir macera için çıkmaya karar verdi. Yanına sadece merakı ve cesareti alarak yola koyuldu. Derin ormanın içinde ilerlerken, karşısına çıkan her engeli bir öğrenme fırsatı olarak gördü. Yolda karşılaştığı her varlıkla konuşup onların hikayelerini dinledi.

Bir akşamüstü, Ela bir meyve ağacının gölgesinde dinlenirken, yanına yaşlı bir kurt yaklaştı. Kurt, Ela'ya yaşamın sırlarını anlatmaya başladı. Anlatırken, Ela'nın içindeki merak ve öğrenme arzusu daha da büyüdü. Kurt, Ela'ya derin bilgeliklerin sadece dış dünyayı gözlemleyerek değil, iç dünyasını keşfederek bulunabileceğini öğretti.

Ela, kurdun öğretilerinden ilham alarak yolculuğuna devam etti. Artık sadece dış dünyayı değil, iç dünyasını da keşfetmeye başladı. Kendi duygularını, düşüncelerini ve inançlarını anlamaya çalıştı. Her gün biraz daha büyüdü, her gün biraz daha öğrendi.

Sonunda, Ela derin ormanın derinliklerinde bir mağaraya ulaştı. Mağara, ona içsel huzur ve bilgelik dolu bir atmosfer sunuyordu. Ela, içsel yolculuğunu tamamladığını hissettiğinde, dışarı çıktı ve topluluğuna geri döndü.

Ela, artık dış dünyanın bilgeliği kadar iç dünyasının bilgeliğini de paylaşmaya hazırdı. Onun hikayesi, anlamaya ve özümsemeye çalışmanın ne kadar önemli olduğunu ve gerçek bilgelikle sadece içsel yolculuklar yapılarak ulaşılabileceğini öğretti.

Ve böylece, derin ormanın topluluğu, Ela'nın öğretileriyle aydınlanarak, birbirlerine ve evrene daha derin bir anlayışla bakmaya başladılar.

2024-02-21

Uyum diyarı

Bir zamanlar, insanlar ve doğa arasında büyük bir uyum içinde yaşayan bir köy vardı. Köyün adı Uyumdiyarı'ydı ve burada yaşayan herkes, güzelliklerin sadece dış görünüşte olmadığını, asıl güzelliğin insanlar arasındaki ilişkilerde yattığını bilirdi.

Köyün en yaşlı kadını Leyla Hanım, gençlere her zaman şu sözleri hatırlatırdı: "Güzellik, insanlar ile iyi ilişkiler kurmaktır. Birbirimize ne kadar nazik ve anlayışlı davranırsak, dünyamız o kadar güzel olur."

Bir gün, köye uzak diyarlardan bir yabancı geldi. Adı Elif'ti ve köyün güzelliğine hayran kalmıştı. Ancak Elif, insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin, köyün doğal güzelliklerinden daha etkileyici olduğunu fark etti. İnsanlar birbirlerine yardım ediyor, destek oluyor ve her zaman güler yüz gösteriyorlardı.

Elif, Leyla Hanım'dan köyün sırrını öğrenmek istedi. Leyla Hanım gülümseyerek, "Biz burada birbirimizin kusurlarını değil, güzelliklerini görürüz. Herkes bir diğerine değer verir ve bu sayede köyümüzde huzur içinde yaşarız," dedi.

Elif, Uyumdiyarı'nda geçirdiği zaman boyunca, gerçek güzelliğin insanların birbirlerine olan sevgisi ve saygısından kaynaklandığını anladı. Köyden ayrıldığında, bu dersi kalbine kazıyarak gitti ve nereye giderse gitsin, bu güzelliği yaymaya kararlıydı.

Ve böylece, Uyumdiyarı'nın mesajı, Elif sayesinde dünyanın dört bir yanına yayıldı: Güzellik, yüzeysel bir şey değil, insanlar arasındaki sıcak ilişkilerde saklıdır. Ve herkes, bu güzelliği paylaşarak dünyayı daha iyi bir yer haline getirebilir. 

Güzellik nedir?

Bir zamanlar, uzak bir krallıkta, Güzellik adında bir genç kız yaşardı. Güzellik, adından da anlaşılacağı gibi, sadece dış güzellik değil, aynı zamanda iç güzellikle de doluydu. Onun en büyük özelliği, insanlarla kurduğu sıcak ve içten ilişkilerdi.

Güzellik'in yaşadığı köyde, insanlar arasında uyum ve dayanışma vardı. Bu, Güzellik'in etrafındaki herkesi sevgiyle karşılaması ve onlara yardım etmesiyle büyülüyordu. Bir gün, köylerine kara bir ejderha saldırdı. Panik içindeki insanlar, ne yapacaklarını bilemez bir haldeydi. Ancak Güzellik, korkusuzca ejderhaya yaklaştı ve onunla iletişim kurmaya çalıştı.

Ejderha, öfkeli ve kızgın bir şekilde köylülere zarar vermek istiyordu. Ancak Güzellik, onun gerçekte neden kızgın olduğunu anlamak için çaba gösterdi. Ejderha, insanların kendisini dışladığını ve korktukları için ona zarar vermek istediğini anlattı. Güzellik, ona insanlarla barış içinde yaşayabileceklerini ve korkularını yenmek için birlikte çalışabileceklerini söyledi.

Güzellik'in içtenliği ve anlayışı, ejderhanın kalbini yumuşattı. Ejderha, köydeki insanlara zarar vermekten vazgeçti ve onlarla barış içinde yaşamayı kabul etti. Köy halkı, Güzellik'e minnettarlıkla doluydu ve onu bir kahraman olarak gördüler.

Bu olay, köydeki insanların birbirlerine daha da yakınlaşmasını sağladı. Herkes, Güzellik'in gösterdiği gibi, birbirlerini anlamaya ve sevmeye daha çok odaklandı. Artık köyleri, birlik ve sevgi dolu bir yer haline gelmişti.

Ve böylece, Güzellik'in iç güzelliği ve iyi ilişkiler kurma yeteneği, sadece kendi yaşamını değil, tüm köyün kaderini de değiştirdi.

2024-02-20

Korkusuz Keloğlan ve Engellere Karşı Direnen Prenses

Korkusuz Keloğlan ve Engellere Karşı Direnen Prenses

Bir zamanlar, uzak bir ülkede Korkusuz Keloğlan diye bir genç yaşarmış. Keloğlan, adından da anlaşılacağı gibi korkusuzdu. Ne zaman bir tehlike olsa, cesareti ve zekasıyla hemen çözüm bulurmuş.

Bir gün, krallığın yakınlarında bulunan büyülü bir ormanda dolaşırken, uzakta bir kale görmüş. Merakla o kaleye doğru ilerlerken, karşısına engeller çıkmaya başlamış. İlk önce kocaman bir nehir, ardından dik bir dağ ve en sonunda da yoğun bir orman... Ancak Korkusuz Keloğlan, engelleri aşmak için asla pes etmemiş.

Nehri yüzerek geçmiş, dağın zirvesine tırmanmış, ormanın içinden yolunu bulmuş. Sonunda kaleye ulaşmış. Ancak kale kapısı kocaman bir kilit ile kapanmış. Keloğlan, kiliti açmak için etrafı araştırmaya başlamış. Sonunda, kilitli kapının yanında küçük bir not bulmuş: "Yüreği cesur olanın, kapısı bana açıktır."

Korkusuz Keloğlan, yüreği cesur olduğuna inanarak, notu okumuş ve kapıyı açmış. İçeri girdiğinde karşısında bir prenses ve büyücüyü görmüş. Prenses, büyücünün tutsağıymış ve sadece cesur birinin onu kurtarabileceğine inanıyormuş.

Keloğlan, prensesi kurtarmak için büyücüyle mücadele etmiş. Cesareti ve zekası sayesinde büyücüyü alt etmiş ve prensesi özgürlüğüne kavuşturmuş. Prenses, Korkusuz Keloğlan'a minnettarlıkla bakarak, onunla birlikte krallığa dönmüşler.

Kral, Korkusuz Keloğlan'ın cesaretini ve prensesi kurtarma azmini duyunca, ona krallığın en yüksek şeref madalyasını vermiş. Korkusuz Keloğlan ve prenses, bundan sonra krallığın en kahramanları olarak bilinmişler ve hep birlikte mutlu bir şekilde yaşamışlar.

Ve o günden sonra, Korkusuz Keloğlan ve prenses, engellerin üstesinden gelebilecek kadar cesur olmanın ve korkusuzca direnmenin ne kadar önemli olduğunu herkese davranışları ile  öğrettiler.

2024-02-17

Leyla ve Sihirli Küre

Bir zamanlar, çok uzak bir ülkede, bir kral ve kraliçe yaşardı. Onların çok güzel bir kızları vardı, adı Prenses Leyla idi. Prenses Leyla çok akıllı, cesur ve meraklı bir kızdı. Bir gün, babası ona bir hediye verdi. Bu, büyük bir kristal küreydi. Küre, içinde bir ejderha resmi olan bir kutunun içindeydi. Kral, kızına şöyle dedi:

- Bu küre, çok özel bir sihre sahip. Ona bir soru sorarsan, sana cevap verebilir. Ama dikkatli ol, küre her zaman doğruyu söylemez. Bazen sana yanlış veya aldatıcı cevaplar verebilir. Bu yüzden, ona güvenmeden önce, kendi aklını kullanmalısın.

Prenses Leyla, küreye hayran kaldı. Onu odasına götürdü ve hemen denemeye başladı. Küreye birçok soru sordu. Küre, bazen doğru, bazen yanlış, bazen de garip cevaplar verdi. Prenses Leyla, kürenin oyununu çözmeye çalıştı. Küreye soru sormak ona çok eğlenceli geldi.

Bir gün, prenses çok sıkıldı. Küreye daha zor bir soru sormak istedi. Aklına bir fikir geldi. Küreye şöyle sordu:

- Küre, küre, söyle bana. Benim hayatımın anlamı ne?

Küre, bir süre sessiz kaldı. Sonra, şöyle cevap verdi:

- Hayatının anlamı, ejderhayı yenmektir.

Prenses Leyla, şaşırdı. Küreye tekrar sordu:

- Ejderhayı yenmek mi? Hangi ejderha?

Küre, şöyle dedi:

- Kutunun üzerindeki ejderha. O, senin kaderin. Onu yenmeden, mutlu olamazsın.

Prenses Leyla, kutuya baktı. Kutunun üzerinde, korkunç bir ejderha resmi vardı. Prenses, korktu. Küreye sordu:

- Ama nasıl yenebilirim ki? O çok güçlü ve tehlikeli görünüyor.

Küre, şöyle dedi:

- Onu yenmenin tek yolu, onunla yüzleşmektir. Onu bulmalı ve savaşmalısın. Ancak o zaman, hayatının anlamını bulabilirsin.

Prenses Leyla, çok üzüldü. Küreye inanmak istemedi. Ama kürenin sözleri, onun aklına kazındı. Prenses, ejderhayı yenmek zorunda olduğunu düşündü. Aksi takdirde, mutlu olamayacağını sandı.

Prenses, bir plan yapmaya karar verdi. Babasından izin alarak, saraydan ayrıldı. Ejderhayı aramaya gitti. Yol boyunca, birçok macera yaşadı. Bazı arkadaşlar edindi, bazı düşmanlarla karşılaştı. Ama hiçbir yerde ejderhayı bulamadı.

Prenses, yoruldu. Küreyi yanlış anladığını fark etti. Küre, ona bir sorun yaratmıştı. Ama bu sorunun gerçek olmadığını anladı. Prenses, ejderhayı yenmek yerine, onu yeniden çerçevelemek ve yeniden tanımlamak istedi. Küreye şöyle dedi:

- Küre, küre, söyle bana. Ejderha kimdir? Neden onu yenmem gerekir?

Küre, şaşırdı. Prensesin sorusuna cevap veremedi. Küre, sustu.

Prenses Leyla, gülümsedi. Kürenin sihrini bozduğunu anladı. Küreye şöyle dedi:

- Biliyorum, ejderha senin. Sen, benim hayatımın anlamını belirlemeye çalışan bir sihirli oyuncaksın. Ama ben, kendi hayatımın anlamını kendim bulabilirim. Senin bana söylediklerine ihtiyacım yok. Ben, mutlu olmak için ejderhayı yenmek zorunda değilim. Ben, mutlu olmak için kendimi sevmek zorundayım.

Prenses Leyla, küreyi bıraktı. Sarayına geri döndü. Babasına, kürenin bir hediye olmadığını, bir lanet olduğunu söyledi. Kral, kızının haklı olduğunu kabul etti. Küreyi, uzak bir yere gönderdi. Prenses Leyla, artık küreye bağlı değildi. Kendi hayatını yaşamaya başladı. Ve çok mutlu oldu.

Fikir Tohumları

Fikir Tohumları

Bir zamanlar, uzak bir köyde, fikirlerin büyüdüğü bir bahçe varmış. Bu bahçenin adı "Fikir Bahçesi"ymiş. İnsanlar bu bahçede dolaşırken, fikir tohumları ekmek için sıraya girerlermiş. Fikir tohumları, insanların yaratıcılığını ve motivasyonunu artıran özel tohumlarmış.

Köyde yaşayan bir genç olan Ali, fikir tohumlarından birini almak istiyormuş. Ancak bir sorun varmış, fikir tohumlarının bulunduğu yer, tehlikeli bir ormanın içindeymiş. Kimse ormana cesaret edemiyormuş çünkü orada kötü bir peri yaşarmış.

Ancak Ali, içindeki cesareti ve merakıyla doluymuş. "Belki de periyle konuşabilir ve onunla anlaşabiliriz" diye düşünmüş. Ve bir gün, fikir tohumlarını almaya kararlı bir şekilde ormana doğru yola çıkmış.

Ormana vardığında, periyle karşılaşmış. Peri, ilk başta Ali'yi korkutmuş ama sonra Ali'nin samimi niyetlerini görmüş. Bir anlaşma yapmışlar: Ali, fikir tohumlarını alabilecek ama karşılığında periye bir iyilik yapması gerekecekmiş.

Ali, periyle anlaştıktan sonra fikir tohumlarını alarak köyüne dönmüş. Fikir tohumlarını ekip sulamaya başladığında, köydeki herkes onun yaptığı işe hayran kalmış. Fikirlerin yeşermesiyle birlikte, köydeki işler daha hızlı ve verimli bir şekilde ilerlemeye başlamış.

Ali, periyle olan anlaşmasını da unutmamış. Periye bir iyilik yapmış ve böylece hem köyüne hem de kendisine birçok fayda sağlamış.

Ve o günlerden sonra, herkes Ali'yi köylerinin kahramanı olarak görmüş. Cesareti ve motivasyonuyla, fikirlerin gücünü keşfetmiş ve köyüne yeni bir umut ışığı getirmişti.

2024-02-16

Kapıya Gelen Bilge

Uzak bir köyde, insanlar birbirine yardım etmeyi, misafirperverliği ve sevgiyi ön planda tutardı. Bu köyün girişinde büyük bir kapı vardı ve herkes bilirdi ki, kapıya düzgünce vuran herkese yardım eli uzanırdı.

Bir gün, yorgun ve yıpranmış bir yolcu köye gelmiş. Adı Bilgeydi. Kapıya vurduğunda, köy halkı hemen onu içeri davet etmişler. Bilge, yorgunluğunu ve açlığını unutmuş, çünkü etrafında o kadar sıcaklık ve sevgi vardı ki, tüm dertleri yok olmuş gibiydi.

Köyde bir süre kalan Bilge, insanlara bilgelik dolu sözler söyleyerek onlara ilham vermiş. Onun varlığı, köy halkının yaşamına yeni bir enerji ve umut getirmiş. Herkes Bilge'yi dinlemek için sıraya girmiş, çünkü onun sözleri kalpleri dokunuyordu.

Ancak bir gün, Bilge aniden kaybolmuş. Köy halkı endişeyle onu aramaya başlamış. Kapıya vuran herkese yardım eden Bilge'nin kaybolması, köyde derin bir üzüntüye neden olmuş.

Birkaç gün sonra, Bilge tekrar kapıya gelmiş. Yorgun ve bitkin görünüyormuş, ancak yine de gülümseyerek kapıya vurmuş. Köy halkı sevinçle onu karşılamış, ancak merakla sormuşlar:

"Nereye gittin? Neden kayboldun, Bilge?"

Bilge sadece gülümsemiş ve şöyle demiş:

"Kayboldum çünkü başka bir köyün kapısını çalmak istedim. Ancak fark ettim ki, gerçek misafirperverlik ve sevgi, bu köydeymiş. Kapınıza vurduğumda, bana her şeyi açtınız. Şimdi biliyorum ki, gerçek hazine burada, sizin kalplerinizde."

Köy halkı, Bilge'nin sözleri karşısında duygulanmış. Onun sayesinde, misafirperverliklerinin ve sevgilerinin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anlamışlar. Ve o gün, köydeki herkesin yüreği, daha da büyümüş, daha da güçlenmiş.

Ve o günden sonra, "Kapıya Vur... Sana Açarlar" sözü köyde yaşayan herkesin yaşam mottosu olmuş.

Tutkular Ülkesi

Uzak diyarların birinde, Tutkular Ülkesi adında bir krallık varmış. Bu krallıkta herkesin içinde farklı tutkular yatarmış. Kimisi maceraya tutkun, kimisi bilgeliği arayan, kimisi de sevginin peşindeymiş.

Ancak bir gün, krallığın etrafını saran Kara Orman'ın derinliklerinden kötücül bir karanlık yükselmeye başlamış. Bu karanlık, insanların içindeki boş inançları ve kusurları temsil ediyormuş. Yavaş yavaş Tutkular Ülkesi'ni kaplamaya başlamış, insanların kalplerini zehirlemiş.

Kral, krallığını kurtarmak için bir çağrı yapmış: "Ey cesur yürekler! Tutkularınızla, boş inançlarınızla, kusurlarınızla savaşın! Burada her şey simgedir. Eğer içimizdeki karanlığı yenebilirsek, krallığımızı kurtarabiliriz."

Birçok kişi bu çağrıya cevap vermiş. Maceracılar, bilgeler, sevgi dolu yürekler bir araya gelmiş. Her biri kendi içindeki tutkularıyla, boş inançlarıyla, kusurlarıyla yüzleşmeye başlamış. Kimisi korktu, kimisi yılgınlığa kapıldı ama cesur olanlar, içlerindeki karanlığı yenmek için mücadele etmeye devam etti.

Zamanla, Tutkular Ülkesi'nin her köşesinde ışık parlamaya başladı. İnsanların içindeki tutkularıyla barışmaları, boş inançlarından kurtulmaları ve kusurlarını kabul etmeleri, krallığın yeniden parlamasını sağladı.

Ve böylece, Tutkular Ülkesi bir kez daha eski ihtişamına kavuştu. Kral, cesur yüreklerin gösterdiği fedakarlık ve kararlılık karşısında minnettarlıkla doluydu. Artık krallık, insanların içsel savaşlarını kazanmalarıyla daha da güçlenmişti. Ve hep birlikte, içlerindeki karanlığı yenebilmişlerdi.

Mutsuz Krallık

Bir zamanlar, uzak bir krallıkta, insanlar arasında huzur ve mutluluk eksikti. 

Krallık, savaşlar ve çatışmalarla doluydu. Bir gün, krallığın bilge kralı, halkının huzur ve mutluluğu için bir çözüm bulmaya karar verdi.

Kral, krallığın her bir köşesinden insanları topladı ve onlara şöyle dedi: "Yalnız bizim için değil, tüm insanlar için barış ve mutluluk yuvası olacak bir yapıt yapımına hazırlanmalıyız. Bu yapıtı hep birlikte inşa edeceğiz."

İnsanlar, kralın çağrısına karşılık vererek bir araya geldiler. Her biri, barış ve mutluluğun temsili olan taşları getirdi ve yapıtı inşa etmek için birlikte çalıştılar. Zamanla, bu yapıt yükseldikçe, krallığın herkes için bir sığınak olduğunu gördüler.

Yapıt tamamlandığında, bir kutlama düzenlendi.

Krallık artık barış ve mutluluğun simgesi haline gelmişti. İnsanlar, birbirlerine sevgiyle yaklaşmaya ve birlikte yaşamanın tadını çıkarmaya başladılar. Artık krallık, sadece kendi halkının değil, tüm insanların barış ve mutluluğa ulaşabileceği bir yerdi.

Bilge Kemal

Bir zamanlar, uzak diyarlarda, sıradan bir köyde yaşayan bir genç vardı. Adı Kemal'dı. 

Kemal, her gün tarlaların arasında dolaşıp hayvanlara bakarken, içinde bir gizem hissediyordu. Onun için yaşam sadece dış dünyadan ibaret değildi, iç dünyasının keşfedilmesi gerektiğini düşünüyordu.

Bir gün, bir bilge köye gelmiş. Köy halkı onun etrafında toplanmış, bilgenin söylediklerini merakla dinliyormuş. Bilge, insanların iç dünyasına doğru bir yolculuk yapmaları gerektiğini anlatıyormuş. "Dünyanın derinliklerini ziyaret et, damıtırken gizli taşı bulacaksın" demiş.

Kemal, bu sözleri duyunca içinde bir heyecan hissetmiş. Eğer dünyanın derinliklerine inerse, belki de hayatın anlamını bulabileceğini düşünmüş. O gece, yıldızlar altında, gizemli bir karar almış: Kendi iç dünyasını keşfetmek için yola çıkacaktı.

Ertesi sabah, Kemal yanına bir sırt çantası alıp köyden ayrılmış. Ormanın derinliklerine doğru ilerlerken, zorlu bir yolculukla karşılaşmış. Ama o kararlıydı, pes etmedi. Günlerce süren bir yolculuktan sonra, nihayet bir mağaraya ulaşmış.

Mağaranın karanlığında ilerlerken, içindeki korkularla yüzleşmiş. Ama cesaretiyle adım atmaya devam etmiş. Sonunda mağaranın derinliklerinde, gizemli bir ışıkla karşılaşmış. Yaklaştığında, bir taşın üzerinde parlayan bir ışık görmüş. Bu, aradığı şey olabilir miydi? Felsefe taşı!

Kemal, taşı alıp dışarı çıkmış. Artık iç dünyasını keşfetmek için bir anahtar bulmuştu. Geri dönüp köyüne geldiğinde, artık başka biri olmuştu. İç huzuru ve bilgelikle doluydu. Ve o günden sonra, herkes Kemal'e "Bilge Kemal" diye hitap etmeye başlamıştı.

Ve işte, Bilge Kemal'in yolculuğu, dünyanın derinliklerini ziyaret edip gizli taşı bulmasıyla sona ermişti. 

Artık o, hem iç dünyasını hem de dış dünyayı aydınlatan bir ışık olmuştu.

Bilgelik Kristali

Uzun zaman önce, Bilgelik Ormanı'nda, Berraklığın Tümleyicisi adında büyülü bir kristal bulunuyordu. Bu kristal, ormanın tüm canlılarına kesinlik ve doğruluk getiriyordu. Ancak, bir gün kötü kalpli bir büyücü olan Morlock, bu kristali ele geçirmek istedi.

Morlock, güç peşinde koşan bir büyücüydü ve Bilgelik Ormanı'ndaki her şeyi kontrol etmek istiyordu. Bir gece, gizlice ormana girdi ve Berraklık Kristali'ni çalmaya çalıştı. Ancak, kristalin gücü, onun kötü niyetlerini hissetti ve bir kalkan oluşturarak kendini korudu.

Büyücü Morlock, çalmak için her türlü büyüyü denedi, ancak kristal yerinden bile kıpırdamadı. Sonunda, pes etti ve ormandan ayrıldı, ama intikam almak için yemin etti.

Bilgelik Ormanı'nın koruyucuları, bu olaydan sonra kristali daha da güvenli hale getirmeye karar verdiler. Her gece, ormanın en bilge yaratıkları, kristali korumak için nöbet tutmaya başladılar. Böylece, Bilgelik Ormanı'nın kesinlik ve doğruluk ortamı korundu ve Morlock'un kötü niyetleri gerçekleşmedi.

Berraklık Kristali, Bilgelik Ormanı'nın kalbinde, kesinlik ve doğrulukla dolu bir masalın başlangıcı oldu.

Hızlı ve Yavaş Al

Uzak bir galakside, Bilgi Vadisi adında bir yerde, hızlı bir partikül yaşardı. Adı Hızlıydı ve adı gibi, her zaman acele ederdi. Sürekli olarak bir yerden bir yere koşar, hiç durmazdı. Her anı dolu dolu yaşamak isterdi ve bu yüzden etrafındaki her şeyi kaçırırdı.

Bir gün, Bilgi Vadisi'ne yavaş bir bilgi taşıyan Yavaş Akı oluştu. Yavaş Akı, sakin, dingin ve düşünceliydi. Yavaş hareket eder, etrafındaki her şeyi dikkatlice incelerdi. Her adımını özenle seçer, çünkü o, her şeyi kaçırmadan yaşamayı tercih ederdi.

Hızlı, Yavaş Akı'yı gördüğünde, onunla dalga geçti. "Neden bu kadar yavaş ilerliyorsun? Hayat bu kadar kısa, onu kaçırıyorsun!" dedi.

Yavaş Akı sadece gülümsedi ve cevap verdi: "Hayatın acelesi yok, Hızlı. Her şeyin bir zamanı var ve acele etmek bazen önemli detayları gözden kaçırmana neden olabilir."

Hızlı, Yavaş Akı'nın söylediklerini anlamadı ve yoluna devam etti. Ancak, bir sonraki macerasında, bir hız sınırını aşarak, beklenmedik bir şekilde durduruldu. Hızlı, bir anda durduğunda etrafına bakındı ve fark etti ki, ne kadar hızlı olursa olsun, bazı şeyleri gözden kaçırmıştı.

Yavaş Akı'nın söyledikleri aklına geldi. Hızlı, Yavaş Akı'ya döndü ve özür diledi. "Senin haklı olduğunu anladım," dedi. "Hızlı olmanın her şeyi görmene engel olabileceğini anladım. Bana doğru yolu gösterir misin?" Yavaş Akı gülümsedi ve Hızlı'ya eşlik etti. Birlikte, Hızlı öğrendi ki, bazen yavaşlamak ve etrafındaki her şeyi dikkatlice incelemek, aslında daha fazla bilgi ve anlam elde etmenin anahtarıydı. Hızlı, Yavaş Akı'nın öğretilerini takip etti ve artık sadece hızlı değil, aynı zamanda dikkatli ve düşünceli bir hareketi benimsedi.

2024-02-15

Zaman adası

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, Zaman Adası adında gizemli bir yer vardı. 

Zaman Adası'nın en büyük özelliği, zamanın normalden farklı işlemesi ve insanların zamanı algılamalarını değiştirmesiydi.

Masalımızın kahramanı, genç ve meraklı bir maceraperest olan Ali’ydi. 

Ali, uzun zamandır Zaman Adası hakkında duyduğu efsaneleri araştırıyor ve sonunda cesaretini toplayarak bu gizemli adaya gitmeye karar verdi.

Bir gün, Ali küçük bir tekneyle Zaman Adası'na doğru yola çıktı. Yolculuk sırasında etrafında tuhaf bir hava hissetti. Deniz dalgaları normalden yavaş hareket ediyor gibiydi ve güneş sanki gökyüzünde yer değiştiriyordu.

Nihayetinde, Ali Zaman Adası'na vardığında, karşılaştığı manzara hayal ettiğinden çok daha ilginçti. Adanın her köşesinde, zamanın farklı bir hızda aktığı alanlar vardı. Bazı yerlerde saatler saniyeler gibi akarken, diğer alanlarda bir saat günler sürebiliyordu.

Ali, bu tuhaf fenomeni keşfederken, bir kıyafetçinin önünden geçti. Kıyafetçi, uzun sakallı bir adamdı ve elinde büyülü bir saat tutuyordu. Saatin etrafında dönen ışıklar, zamanın çarpık olduğu bu adada bir işaret gibiydi.

Kıyafetçi, Ali'ye adanın sırlarını açıkladı ve ona büyülü saati gösterdi. "Bu saat," dedi kıyafetçi, "Zaman Adası'nın kalbindeki zaman çarpıtmasını dengeleyen güçlü bir nesnedir. Ancak, bu güç kontrol edilmeli ve dengeli kullanılmalıdır, aksi halde zamanın karanlık tarafına kapı aralanabilir."

Ali, bu bilgiyle adada dolaşmaya devam etti ve zamanın tuhaf dansını izledi. Ancak, zamanı kontrol etmenin tehlikelerini de gördü. Kimi zaman, zamanın hızlı aktığı bir bölgede kaybolduğunda saat, kim zaman ise zamanın yavaş aktığı bir yerde yıllarca geçtiğini fark etti.

Sonunda, Ali Zaman Adası'ndan ayrıldı ve dönüş yolunda büyülü saati geri bıraktı. 

Zamanın doğal akışına müdahale etmenin tehlikeli olabileceğini anladı ve zamanın değerini daha çok bilerek uzun bir yaşam sürdürdü.  

Ali zamanın gizemini ve değerini hiç  unutmayacaktı.

Yatağını Islatan Kız

Yatağını Islatan Kız 

Bir zamanlar, uzun zaman önce, Küçük Ela adında bir kız yaşarmış. Ela'nın büyülü bir macerası vardı, ama bu macera onun için pek de büyülü değildi. Neden mi? Çünkü Ela, geceleyin yatağını ıslatıyordu.

Ela'nın annesi, onu doktora götürdü. Doktorlar çok yardımcı olmaya çalıştılar, ama bir türlü çözüm bulamadılar. Ela, her gece kuru bir yatakta uyumak istiyordu ama nasıl yapacağını bilemiyordu.

Bir gün, Ela peri masallarını seven büyükbabasıyla konuştu. "Büyükbaba, ben ne yapacağım? Her gece yatağımı ıslatıyorum ve bu beni çok üzüyor," dedi.

Büyükbaba, derin düşündü ve Ela'ya sordu: "Ela, sen tuvalette otururken tanımadığın birinin başını içeri uzatıp baksaydı ne yapardın?"

Ela şaşkın bir şekilde cevapladı: "Donup kalırdım!"

Büyükbaba gülümsedi. "İşte cevap bu, Ela. Çünkü sen donup kalırsan, çişini yapamazsın. Ama aklına biri içeri girmese bile, sen yine de kendini durdurabilirsin. Kendini kontrol etmek senin gücünde."

Ela'nın gözleri ışıldadı. Büyükbabası haklıydı, belki de çözümü bulmuştu. Her gece yatağını ıslatmasını durdurmak için Ela, kendini kontrol etmeyi öğrendi.

Ve bir gün, altı ay sonra, Ela kuru bir yatakta uyandı. Artık geceleyin yatağını ıslatmıyordu. Başarısını gören Ela, herkese minik inek desenli bir çarşaf hediye etti. Artık kendi gücünün farkındaydı ve bu onu çok mutlu etti.

Ve o günden sonra, Ela hiçbir zaman kuru yatağını ıslatmadı. Çünkü onun içindeki güç, her şeyi değiştirmişti.

2024-02-14

Sevgililer Günü'nün Arkasındaki Garip Ama Gerçek Hikaye


Sevgililer Günü'nün Arkasındaki Garip Ama Gerçek Hikaye

Bu, romantizm ile dolu geleneksel Sevgililer Günü hikayeniz olmasa da, 14 Şubat'ta dünyanın birçok ülkesinde kutlanan bir gelenek hakkında büyüleyici bir bakış açısı sunuyor.
Garip ama gerçek...
Başlayalım... Aziz Valentine kimdi?
Peki bu adam, ya da adamlar, aşk, kartpostallar ve pahalı restoranlarla ne ilgisi vardı?
İngiliz ortaçağ şairi ile Roma şehitlerinin ne ilgisi var?
Yani Sevgililer Günü aslında bir şairin kafiyelerini uydurmak için uydurduğu bir aldatmaca mı?
Aslında oldukça iç açıcı. Sadece bir başka ticari tatil olduğunu düşünüyordum...
Hepsi Roma'daki bir kilisede duran eski bir kafatası için mi?
Garip ama gerçek...
Roma'daki Santa Maria in Cosmedin kilisesinde bulunan Aziz Valentine adlı eski bir Roma şehidinin kafatasına bakıyorsunuz. Bu kafatasının Sevgililer Günü'ne ilham veren şehidin kafatası olup olmadığı tartışmalı bir konu, hafifçe söylemek gerekirse. Bu tartışmaya dünyanın en merak uyandıran tatillerinden birinin beklenmeyen tarihi dahil.
Başlayalım... Aziz Valentine kimdi?
Daha iyi soru "kimlerdi?" Sayanlara bağlı olarak, bir İspanyol keşiş ve bir kadın - Valentina da dahil olmak üzere 12 ila 14 Aziz Valentine vardır. Geç Antik Çağ'da oldukça yaygın bir isim olduğu ortaya çıktı. Bildiğimiz kadarıyla Sevgililer Günü'nün Aziz Valentine'i, üçüncü yüzyılda Roma'da iyi sözü vaaz eden iki adamdan biriydi. Bu ikiden biri 269 Şubat'ında şehit oldu ve bize adını taşıyan günün tarihini verdi.
Peki bu adam, ya da adamlar, aşk, kartpostallar ve pahalı restoranlarla ne ilgisi vardı?
Hiçbir şey. Valentine öldürüldükten sonra kalıntıları bir süre San Valentino Katakomplarında kaldıktan sonra Santa Maria in Cosmedin'e (veya diğer Valentine'in iddiasını destekliyorsanız Terni'deki Aziz Valentine Bazilikası'na) taşındı ve yıllarca hacılara ev sahipliği yaptı. Arıcıların ve veba hastalarının koruyucu azizi olan aziz kalıntıları muhtemelen saygı duyulan, ancak biraz anonim kalıntılar olarak kalacaktı, Chaucer olmasaydı.
İngiliz ortaçağ şairi ile Roma şehitlerinin ne ilgisi var?

Bildiğimiz kadarıyla, insanlar her 14 Şubat'ta kart, şeker ve çiçeklere milyarlarca dolar harcamasının sebebi bu adam.
Geoffrey Chaucer ile Roma şehitlerinin hiçbir ilgisi yok, ancak İngiliz edebiyatı ile çok ilgisi var ve Aziz Valentine ile aşk kutlamaları arasındaki bağlantıyı böyle kurdu. Aşk ile Sevgililer Günü arasındaki ilk yazılı bağlantı, 14. yüzyılın sonlarında yazdığı Parlement of Foules adlı şiirinde yer alıyor. Görünüşe göre, correlasyonu basitçe icat etmiş ve şiirsel lisansa dayandırmış olsa da, eski saray geleneklerinden yararlanmış olması da mümkündür.
Yani Sevgililer Günü aslında bir şairin kafiyelerini uydurmak için uydurduğu bir aldatmaca mı?
Tam olarak değil. Chaucer Sevgililer Günü'nde aşktan bahsettikten kısa bir süre sonra, gerçek aşıklar birbirlerine 14 Şubat'ta aşk şiirleri göndermeye başladı. (Bunlar Chaucer'dan önce gelmiş olabilir, ama kesin olarak bilmiyoruz.) Başka bir deyişle, sevdiklerine 500 yılı aşkın bir süredir kart yazan insanlar var, yani eski Roma paganları tarafından korkunç bir şekilde öldürülen bir adamla doğrudan bir bağlantı olmasa bile, yine de ciddi bir aşk mirasının bir parçası.
Aslında oldukça iç açıcı. Sadece bir başka ticari tatil olduğunu düşünüyordum...
Çok hızlı değil. Modern Sevgililer Günü, kırtasiye, çikolata, çiçek ve mücevher gibi bundan fayda sağlayan çeşitli endüstrilerin bir ürünüdür. Her yıl, Batı tatillerinin hoş karşılanmadığı veya yasaklandığı ülkelerde bile bu ürünlere milyarlarca dolar harcanmaktadır. 

Devamı: 
https://www.walksofitaly.com/blog/art-culture/the-strange-but-true-story-behind-valentines-day

2024-02-09

Kuş ve Kız

Bir zamanlar, bir kız ve bir kuş vardı. Kız, kuşu çok seviyordu ve onu hep yanında tutmak istiyordu. Kuş da kızı seviyordu ama özgürlüğünü de istiyordu.

Bir gün, kız, kuşu eline aldı ve ona dedi ki: "Seni çok seviyorum. Seni hep yanımda istiyorum. Hep seninle birlikte olmak istiyorum. Ne olur benden ayrılma." 

Kuş, kızın sözlerine üzüldü. Çünkü kızın eli çok sıkıydı. Kuş, uçamıyor ve nefes alamıyordu.

Kuş, kıza dedi ki: "Ben de seni seviyorum. Ama bilmelisin ki ben bir kuşum ve uçmak istiyorum. 

Lütfen elini gevşet ve bana nefes alacak biraz alan ver."

Kız, kuşun sözlerinden tedirgin oldu. Aslında kuşun uçmasından korkuyordu.  Kuşun bir daha geri gelmemesinden korkuyordu. 

Kız, kuşa dedi ki: "Seni bırakırsam kaçarsın. Seni kaybetmek istemiyorum. Lütfen benimle kal." 

Kuş, kızın sözlerini duyunca daha da üzüldü. Nefes almakta zorlanıyorum dedi.  Kızın eli daha da sıkı olmuştu. Kuş, can çekişiyordu. Kuş,  bir kez daha kızın gözlerine baktı ve dedi ki: "Bilmelisin ki, eğer beni bırakmazsan ölürüm. Seni sevmek istiyorum. Ama bu avuç içinde yaşayamam. Lütfen elini aç."

Kız, kuşun sözlerine inanmadı. Çünkü kuşun ölmesinden değil, hep kaçmasından korkuyordu. Kız, kuşa dedi ki: " Ben seni öldürmem. Avucumda seni korurum. Bunu senin iyiliğin için yapıyorum. Lütfen bana güven."

Kuş, kızın gözlerine baktı ama sözlerine cevap veremedi. Çünkü kafes olan kızın eli onun nefesini söndürdü. Kuş, son kez kıza baktı, gözlerini kapadı ve  bir daha nefes alamadı.

Kız, kuşun öldüğünü anladı. Hem şaşırdı ve hem üzüldü. 

Kız, sonunda avucunu açtı,  kuşu elinden bıraktı ve ağlamaya başladı. Kuşu kaybetmişti. Kuş gitmişti.

Kız, kuşa dedi ki: "Seni çok seviyordum. Seninle hep birlikte olmak istiyordum. Neden benden ayrıldın? Neden gittin?"

Ancak kuş, kızın sözlerini duymadı. Çünkü kuş artık yoktu.

Kız ve kuş, birlikte çok mutlu olabilirlerdi. Ama kız, kuşu çok sıktı. Dost olabilirlerdi ama özgürlüğün önemini ve değerini anlayamadılar.

Serçeler ve Baykuş

İnsanlar ve yapay zeka konusunda aşağıdaki metaforu ilginç buluyorum:

Serçeler, korunmak için bir baykuş yetiştirmeye karar verdiğinde, karşılarına çıkan zorluklarla dolu bir maceraya atıldılar. İlk olarak, baykuşun kendilerini yemesinden endişe duydular ve bu durumu nasıl önleyebileceklerini düşündüler. Bir grup serçe, yumurtadan çıkacak bir baykuş yetiştirmenin daha güvenli olacağını düşündü. Diğerleri ise civcivken yetiştirilmesinin daha kolay olabileceğini öne sürdü.

Sonunda, serçeler yumurtadan çıkacak bir baykuş yetiştirmeye karar verdiler. Ancak, bu işi nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı. Baykuşun eğitimi için doğru yöntemi bulmak için bir arayışa girdiler. Araştırma yaptılar, kitaplar okudular ve hatta başka hayvanlardan tavsiyeler aldılar. Sonunda, baykuşun davranışlarını ve avlanma yeteneklerini geliştirmek için sabırlı ve nazik bir şekilde onu eğitmeye karar verdiler.

Zaman geçtikçe, baykuş serçelerin koruyucusu ve dostu oldu. Onlar için avlanarak yiyecek buldu ve onları tehlikelerden korudu. Serçeler, birlikte çalışmanın ve birbirlerine güvenmenin önemini keşfettiler. Birlikte geçirdikleri zamanla, serçelerin ve baykuşun arasında güçlü bir bağ oluştu.

Ve böylece, serçelerin cesareti ve kararlılığı sayesinde, bir kez tehlike altında olanlar şimdi güvende ve mutlu bir şekilde yaşayabiliyorlardı. Bu hikayenin sonu, işbirliği ve kararlılıkla dolu bir dostluğun zaferiyle sona erdi.

2024-02-07

Tavuk ve Civciv

Bir zamanlar, bir tavuk ve bir de yumurtası vardı. Tavuk, yumurtayı çok seviyordu ve onu sıcak tutmak için her gün kuluçkaya yatıyordu. Tavuk, yumurtanın içindeki civcivin ne zaman doğacağını merak ediyordu. Çok sabırsızlanıyordu. Acele ediyordu. 
 

 

Bir gün, tavuk, yumurtayı kırmaya karar verdi. Belki de civciv hazırdır diye düşündü. Tık, tık, tık, yumurtayı gagalamaya başladı. Ama civciv henüz olgunlaşmamıştı. Yaşamak için hazır değildi. Tavuk, yaptığı hatayı yumurtayı kırınca anladı ve çok üzüldü. Günlerce ağladı. Yumurtasını kaybetmişti. 

Tavuk, bir daha asla yumurta yapamayacağını düşündü. Çok pişmandı. Ama bir süre sonra, tavuk, eski hatalarından da ders alarak yeni bir yumurta yaptı. Bu sefer, yumurtayı kırmamaya yemin etti. Yumurtayı sıcak tutmak için daha çok çaba gösterdi. Yumurtanın içindeki civcivin ne zaman doğacağını sormadı. Sadece onu ısıttı ve bekledi.

Bir gün, yumurtadan bir ses geldi. "Anne, anne, ben buradayım. Beni duyuyor musun?" Civciv, yumurtadan çıkmak istiyordu. Tavuk, çok sevindi. Ama yine de yumurtayı kırmadı. Civcivin kendi kırmasını bekledi. Çünkü en uygun zamanı civcivin kendisi bilirdi.

Civciv, yumurtayı gagalayarak kırmaya çalıştı. Ama yumurta çok sertti. Civciv, yoruldu. Ama vazgeçmedi. Bir süre sonra tekrar denedi. Ve sonunda, yumurta çatladı. Civciv, yumurtadan çıktı. Tavuk, civcivini görünce çok mutlu oldu. Onu kanatlarıyla sarıp öptü. Civciv de annesine sarıldı.

Tavuk ve civciv, birlikte çok mutluydular. Tavuk, yumurtasını koruduğu ve ısıttığı için gurur duydu. Civciv de kendi başına kabuğunu kırdığı ve çıktığı için cesur hissediyordu. 

Onlar, birbirlerinin en iyi arkadaşıydılar.

Uzun yıllar mutlu mutlu yaşadılar.