Görülmeyen Gölgeler: Bir İnsanın İç Dünyasındaki Sessiz Çığlık
İnsan, doğası gereği bağ kurmak, anlaşılmak ve varlığını hissettirmek ister. Hayatın karmaşası içinde bir ses, bir bakış ya da bir tebessümle "Buradayım ve önemliyim" duygusunu yaşamak, ruhun en temel ihtiyaçlarından biridir.
Ancak bazen, bu ihtiyaçlar karşılanmadığında, kişi kendini bir gölge gibi hissetmeye başlar; var ama yok, yaşayan ama görünmez, konuşan ama duyulmaz.
Görülmeme, duyulmama, fark edilmeme ve önemsenmeme hisleri, insanın iç dünyasında sessiz bir fırtına yaratır; dışarıdan bakıldığında sakin görünen bir deniz, içinde ise dalgalarla boğuşur.
Bu hisler, genellikle küçük anlarda başlar. Bir sohbette sözünün kesilmesi, bir başarıda tebrik edilmeyi beklerken sessizlikle karşılaşılması ya da bir duyguyu paylaşırken karşısındaki gözlerde ilgisizlik görülmesi...
İlk başta önemsiz gibi görünen bu anlar, zamanla birikir ve bir ağırlığa dönüşür. Kişi, "Acaba ben gerçekten önemli miyim?" sorusunu sormaya başlar.
Bu soru, bir kere zihne yerleştiğinde, her sessizlik bir reddediş, her ilgisiz bakış bir yoksayma gibi algılanır.
İnsan, kendi varlığını sorgulamaya başlar: "Eğer fark edilmiyorsam, gerçekten var mıyım?"
Görülmeme hissi, bir nevi yalnızlığın en derin şeklidir.
Kalabalıklar içinde bile kendini bir yabancı gibi hissetmek, etrafındaki insanların seni değil, sadece senin üzerinden kendi hikayelerini gördüğünü fark etmek ağır bir yüktür.
Birisiyle konuşurken onun gözlerinin sana değil, başka bir yere kaydığını görmek; ya da bir grup içinde sesini yükseltmene rağmen sözlerinin havada asılı kalması... Bu anlar, kişinin ruhunda bir çentik açar. "Ben buradayım!" diye bağırmak istersin, ama sesin yankılanmaz. Çünkü duyulmadığını hissettiğinde, ses çıkarmak bile anlamsız gelmeye başlar.
Fark edilmeme ise, daha çok kişinin çabalarının, duygularının ya da varlığının tamamen göz ardı edilmesiyle ilişkilidir. Günlerce uğraştığın bir işin kimse tarafından takdir edilmemesi, içindeki coşkuyu paylaşmak istediğinde karşında kayıtsız bir yüzle karşılaşman, ya da en basitinden bir "Nasılsın?" sorusunun sana yöneltilmemesi...
Bu, bir nevi silinmek gibidir; sanki dünya seni bir dekor parçası gibi algılar, ama asla başrolde görmez.
Zamanla, bu his kişiyi kendi kabuğuna çeker. "Fark edilmiyorsam, neden çaba harcayayım?" düşüncesi kök salar ve insan, kendi ışığını söndürmeye başlar.
Önemsenmeme ise belki de en yaralayıcı olanıdır. Çünkü bu, sadece fiziksel varlığın değil, duygularının, düşüncelerinin, hayallerinin ve acılarının da değersiz görüldüğünü hissetmektir. Birine derdini anlattığında "Abartıyorsun" ya da "Geçer" gibi yüzeysel cevaplarla karşılaşmak, sanki senin iç dünyan bir yük, bir angarya gibi algılanıyormuş hissi uyandırır. Önemsenmediğini hissettiğinde, kendini bir aynanın karşısına koyar ve "Ben kimim ki önemseneyim?" diye düşünürsün. Bu, özsaygının yavaş yavaş erimesine yol açar; çünkü insan, değerini bir başkasının gözünde bulmaya çalışırken, o gözlerin sana bakmadığını fark eder.
Bu duygularla başa çıkmak, kolay değildir. Kişi, bir yandan bu hislerin gerçek olup olmadığını sorgular, bir yandan da kendini suçlar: "Belki yeterince ilginç değilim, belki daha fazla çaba göstermeliyim."
Ama asıl mesele, çoğu zaman kişinin kendisinde değil, çevresindeki duyarsızlıkta ya da iletişim eksikliğinde yatar. Yine de bu, acıyı hafifletmez.
İnsan, görülmek, duyulmak ve önemsenmek için çırpınırken, aynı zamanda bu çabasının bile fark edilmediğini görmekten yorulur.
Peki, bu duygularla nasıl yaşanır? Belki de ilk adım, insanın kendi varlığına sahip çıkmasıdır.
Kendi sesini duymaya, kendi değerini görmeye başlamasıdır.
Çünkü dış dünyadan gelen onay, her zaman bir lüks olabilir; ama içindeki o küçük kıvılcımı canlı tutmak, kişinin kendi elindedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder